Önsöz
İnternet'te bulunan İslam tarihi hakkındaki yazıların hemen hemen hepsinde tarihi bulgular, inançlar, rivayetler ve safsatalar iç içe geçmiş. New Left Review'ın 86. sayısında sayısında Smith College'dan Suleiman Mourad ile bu konuda yapılan söyleşiyi çok aydınlatıcı buldum ve çevirdim. Metnin orijinalini http://newleftreview.org/II/86/suleiman-mourad-riddles-of-the-book adresinde bulabilirsiniz. Anlamayı kolaylaştıracak notlarımı dip not kısmına ekledim, sadece metin içerisine eklemek zorunda kaldığım yerleri köşeli parantez içerisinde veya 'Ç.N.' kısaltmasıyla belirttim.
Geleneksel İslam anlayışına göre Kur’an, Muhammed peygambere
22 yıldan fazla bir süre zarfında, 610-632 yılları arasında indirilmiştir.
Müslümanlar Muhammed’in okur yazar olmadığına ve dolayısıyla Kur’an’ı kendisinin yapmış olamayacağına
inanırlar. Kendisi Kur’an’ı ezberlemiş, takipçilerinden bir kaçı da bazı
kısımlarını ezberlemiş ya da yazıya dökmüşlerdi. Bu yüzden kendisi 632 yılında
öldüğünde ortada el yazması bir kitap bulunmuyordu. Farklı sahabeler farklı
şeyler yazdıkları için, 650 yılı civarında meşru bir versiyonu yazmak gereği
ortaya çıkmıştı, çünkü o zamanın halifesi Osman, bu farklılıkların müslümanlar
arasında bölünmelere sebep olmasından korkuyordu. Bu yüzden, inananlar için bir
standart metin ortaya çıkartacak bir kurul oluşturdu. 7. yüzyıl ortaları
itibariyle kullanılmaya başlanan yazılı metnin kökeni hakkındaki geleneksel açıklama böyledir.
Elimizde 7. yüzyıla ait hemen hemen hiç bir yazılı delil bulunmamaktadır. Sadece, güvenilirliğine emin olmanın çok zor olduğu sözlü gelenekler vardır, ve bunlar çoğu kez birbirleriyle çelişen hikayeler anlatarak araştırmacıların işini çok zorlaştırırlar. Gerçi bir kaç istisna mevcuttur, mesela Kudüs’teki Kubbet-üs Sahra’nın (yapımı 692) içindeki yazılarda Kur’an’dan bir kaç sure vardır (örn. Nisâ Suresi 171-172)
Elimizde 7. yüzyıla ait hemen hemen hiç bir yazılı delil bulunmamaktadır. Sadece, güvenilirliğine emin olmanın çok zor olduğu sözlü gelenekler vardır, ve bunlar çoğu kez birbirleriyle çelişen hikayeler anlatarak araştırmacıların işini çok zorlaştırırlar. Gerçi bir kaç istisna mevcuttur, mesela Kudüs’teki Kubbet-üs Sahra’nın (yapımı 692) içindeki yazılarda Kur’an’dan bir kaç sure vardır (örn. Nisâ Suresi 171-172)
Bir tarihçi olarak, Kur’an’ı incelemeye başladığınız zaman
çok zor bir metin olduğunu anlarsınız. İbrani İncili gibi değildir, Hıristiyan İncili
ile de kıyaslanamaz. Tek bir kişinin ya da halkın hikayesini anlatmaz. İbrani
İncili İsrailoğullarının hikayesidir. Hıristiyan İncili ise İsa’nın vaizliğinin
hikayesini kaydeder. Kur’an, Arapların ya da Muhammed’in vaizliğinin hikayesi
değildir. Bir hikaye olarak eşi benzeri olmayan özelliği tarihçiler için belli
sorunlar ortaya çıkartır. Eğer sadece Kur’an’ı okursanız, Mekke, Muhammed ve
Arabistan hakkında fazla bir şey öğrenemezsiniz. Müslümanlar, Kur’anın neyi
kastettiğini anlayabilmek için Kur’an’ı her zaman Muhammed’in hayatı üzerine
yazılmış kitaplarla beraber okumuşlardır. Bu durumun başka bir benzeri yoktur,
ki Kur’an da bunu kabul eder. Hukukî meseleler hakkındaki bazı sureler
hariç, Kur’an kısa ve özet olma eğilimindedir ve dinleyicilerinin zaten
bildiğini varsaydığı hikayelerden, olaylardan ve meselelerden bahseder.
Bazı modern tarihçiler Kur’an’ın insan tarafından
yazıldığını önermişlerdir, ancak tek bir yazar mı vardı, yoksa birden fazla mı?
Başta John Wansbrough olmak üzere, bu alandaki bilimciler uzun süre Kur’an’ın
son halini 8. yüzyıl sonu ya da 9. yüzyıl başlarında aldığına inanıyorlardı.
Artık elimizde bazı eski yazıtlar ve yakınlarda keşfedilen, 7. yüzyıl sonu ya
da 8. yüzyıl başlarından kalma Kur’an el yazmalarına ait parçalar olduğu için,
bu görüşe artık güvenilmemektedir.Kullanılan malzeme ve yazının tipinden
bunların ne zaman yazıldığını biliyoruz. Mesela hemen hemen bütün İslam dünyası
8. yüzyılın ortaları veya 9. yüzyılın başlarında kâğıt kullanıyordu. Deri,
papirüs ve parşömen kullanımı terkedilmişti çünkü yeterince pratik değildiler.
Yazı biçimi de önemli: 7. yüzyılda temel yazı şekli, Irak’ta icat edildiği
sanılan Kûfi
idi. Sonraları, müslümanlar yeni yazım stilleri geliştirince Kûfi tamamen
terkedildi. Bu yüzden, Kûfi stili ile yazılmış hemen hemen her şey, özellikle
de papirüs ya da parşömen üzerine yazılmışlarsa, 7. ya da 8. yüzyıldan kalmış
olmalıdırlar.
Bu yeni el yazması delil nerede bulundu?
1970’lerin başlarında
San’a’daki Camiü'l-Kebir [Ulu Cami] onarılırken,
sahte bir tavanın üstünde keşfedilen gizli bir odada bir çok eski el yazması
bulundu.
Ortadoğu’da âdettir (Hıristiyan ve Yahudilerde de vardır) eğer bir el yazmasında tanrının ya da peygamberin ismi geçiyorsa, onu öyle yok edemezsiniz. Yapabileceğiniz en iyi şey, onu bi yere kitlemek ya da, Ölü Deniz Tomarları veya Nag Hammadi yazmalarında yapıldığı gibi, bir yere gömmektir. Bunu birilerinden saklamak için değil, yıpranır da sonra tanrıya hakarete girer diye yaparsınız. San’a’daki durum da böyleydi. Alman bir bilgine buluntuları araştırma izni verildi ancak kendisi siyasi sonuçlarından korktuğu için çok az şey yayınladı. Öyle görülüyor ki, Yemen hükümeti kendilerini utandıracak bir durumda çıkacak tepkilerle ilgili olarak Almanya’yı tehdit etmiş. Ancak zuladaki bazı çok eski tarihlerden kalma parşömenlerin Kûfi stili ile yazılmasından dolayı 7. yüzyıl sonu ya da 8. yüzyıl başlarından kaldığını düşünüyoruz, ve daha şimdiden Kur’an’ın meşru versiyonuna göre büyük bir fark görüyoruz. Geleneksel anlatı bize Halife Osman’ın 650 yılı civarında bir araya getirdiği farklı versiyonlar arasında ciddi bir fark olmadığını anlatır, gerçi 8. yüzyıla kadar Kur’an’ın daha revaçta olan versiyonları, meşru versiyon ile büyük bir ihtilafa da düşmeden, yöresel iftihar konusu görülerek Irak veya Suriye gibi belli yerlerde bulundurulmaktaydı. Ancak Yemen el yazması çok ciddi bir farklılık içeriyor. Meşru Kur’an’da, emir kipiyle de (kul - Tanrı Muhammed’e talimat veriyor) yazan bir âyet var, San’a metninde ise aynı âyet dedi (kala) şeklinde. Bu da bize, bazı ilk müslümanların Kur’an’ı Peygamber’in sözü olarak algılamış olabileceklerini, ve anlatılan bu konuşmasının ancak belli bir süre sonra ilahi bir emre dönüştüğünü söylüyor. Ayrıca bazı surelerin uzunluğu açısından da ciddi farklılıklar var.
Ortadoğu’da âdettir (Hıristiyan ve Yahudilerde de vardır) eğer bir el yazmasında tanrının ya da peygamberin ismi geçiyorsa, onu öyle yok edemezsiniz. Yapabileceğiniz en iyi şey, onu bi yere kitlemek ya da, Ölü Deniz Tomarları veya Nag Hammadi yazmalarında yapıldığı gibi, bir yere gömmektir. Bunu birilerinden saklamak için değil, yıpranır da sonra tanrıya hakarete girer diye yaparsınız. San’a’daki durum da böyleydi. Alman bir bilgine buluntuları araştırma izni verildi ancak kendisi siyasi sonuçlarından korktuğu için çok az şey yayınladı. Öyle görülüyor ki, Yemen hükümeti kendilerini utandıracak bir durumda çıkacak tepkilerle ilgili olarak Almanya’yı tehdit etmiş. Ancak zuladaki bazı çok eski tarihlerden kalma parşömenlerin Kûfi stili ile yazılmasından dolayı 7. yüzyıl sonu ya da 8. yüzyıl başlarından kaldığını düşünüyoruz, ve daha şimdiden Kur’an’ın meşru versiyonuna göre büyük bir fark görüyoruz. Geleneksel anlatı bize Halife Osman’ın 650 yılı civarında bir araya getirdiği farklı versiyonlar arasında ciddi bir fark olmadığını anlatır, gerçi 8. yüzyıla kadar Kur’an’ın daha revaçta olan versiyonları, meşru versiyon ile büyük bir ihtilafa da düşmeden, yöresel iftihar konusu görülerek Irak veya Suriye gibi belli yerlerde bulundurulmaktaydı. Ancak Yemen el yazması çok ciddi bir farklılık içeriyor. Meşru Kur’an’da, emir kipiyle de (kul - Tanrı Muhammed’e talimat veriyor) yazan bir âyet var, San’a metninde ise aynı âyet dedi (kala) şeklinde. Bu da bize, bazı ilk müslümanların Kur’an’ı Peygamber’in sözü olarak algılamış olabileceklerini, ve anlatılan bu konuşmasının ancak belli bir süre sonra ilahi bir emre dönüştüğünü söylüyor. Ayrıca bazı surelerin uzunluğu açısından da ciddi farklılıklar var.
Erken döneme ait bir başka farklılık daha iddia edilmiştir. Kubbet-üs
Sahra’da, İsa hakkında Kur’an’ın farklı bölümlerinden üç grup âyet görülür. Bunlardan birinin orijinalinde İsa, “Selam
bana; hem doğduğum gün, hem öleceğim gün, hem de diri olarak kaldırılacağım
güne!” der. Ancak Kubbet-üs
Sahra’daki yazıda “Selam İsa’ya; hem doğduğu gün, hem öleceği gün, hem de diri
olarak kaldırılacağı güne!” der. Burada birinci şahıstan üçüncü şahsa geçiş çok
büyük bir değişiklik değil, ancak meşru Kur’an’ın bir varyasyonu olabilir.
Peki ya meşru versiyonun kendisinin içindeki katmanlar?
Bu, Kur’an’ın bir
metin olarak derlenmesi hakkında daha büyük sorular ortaya çıkarmaktadır. Mekke
âyetleri (610-622 yılları arasında Mekke’de indirildiğine veya oluşturulduğuna
inanılanlar) ile 622-632 yılları arasında Medine’de indirilmiş veya
oluşturulmuş âyetler arasında muazzam farklar vardır.
Aynı kitap iki çok zıt üslup içerir. İlkinde anahtar kafiyedir. Âyetler kısa ve oldukça muğlak olup, kimsenin gerçekten anlamadığı bir çok kaynak içerir. Araştırmacılar, bu âyetlerin bazılarının, özellikle de şimdi artık Kur’an’ın en sonunda yer alan ve en erken döneme ait olanların, ayinler için olduğunu öne sürmüşlerdir, çünkü ayin şeklinde, bir hocanın söyleyip topluluğun karşılık vermesini içerirler. Kur’an’ın Mekke bölümlerinin tarifi için kullanılabilecek bir kelime ‘teklik’tir [unitarian]. Hıristiyanları ve Yahudileri dışlamadan, kat’i bir tektanrıcılık çağrısı yapar, tek tanrıya inananların ruhani atası olarak İbrahim’e dua eder. Bu da anlaşılabilir bi durumdur, çünkü Muhammed Mekke’deyken orada bir liderlik durumu yoktu. Fakat Arap tarzı çoktanrıcılığa karşı çıkarak takipçiler kazanabilirdi. (Çoktanrıcılık, paganizm değil. Kur’an paganizmi ka’ale almaz. Çoktanrıcılıkta ise ana tanrıya ibadet, diğer aracı tanrılar (Mekke’nin ikincil ilahları) ya da ortaklar (teslis[1]) yüzünden kötü yola sapmıştır.) Bu açıdan, Kur’an’ın tanrısı Kitabı Mukaddes’teki tanrıya çok benzer: başkalarıyla ilişkilendirilmeyi reddeden, eğer ona tapacaksanız sadece ona tapmanızda ısrar eden, eğer tapmazsanız intikam alacak kıskanç bir ilah.
Aynı kitap iki çok zıt üslup içerir. İlkinde anahtar kafiyedir. Âyetler kısa ve oldukça muğlak olup, kimsenin gerçekten anlamadığı bir çok kaynak içerir. Araştırmacılar, bu âyetlerin bazılarının, özellikle de şimdi artık Kur’an’ın en sonunda yer alan ve en erken döneme ait olanların, ayinler için olduğunu öne sürmüşlerdir, çünkü ayin şeklinde, bir hocanın söyleyip topluluğun karşılık vermesini içerirler. Kur’an’ın Mekke bölümlerinin tarifi için kullanılabilecek bir kelime ‘teklik’tir [unitarian]. Hıristiyanları ve Yahudileri dışlamadan, kat’i bir tektanrıcılık çağrısı yapar, tek tanrıya inananların ruhani atası olarak İbrahim’e dua eder. Bu da anlaşılabilir bi durumdur, çünkü Muhammed Mekke’deyken orada bir liderlik durumu yoktu. Fakat Arap tarzı çoktanrıcılığa karşı çıkarak takipçiler kazanabilirdi. (Çoktanrıcılık, paganizm değil. Kur’an paganizmi ka’ale almaz. Çoktanrıcılıkta ise ana tanrıya ibadet, diğer aracı tanrılar (Mekke’nin ikincil ilahları) ya da ortaklar (teslis[1]) yüzünden kötü yola sapmıştır.) Bu açıdan, Kur’an’ın tanrısı Kitabı Mukaddes’teki tanrıya çok benzer: başkalarıyla ilişkilendirilmeyi reddeden, eğer ona tapacaksanız sadece ona tapmanızda ısrar eden, eğer tapmazsanız intikam alacak kıskanç bir ilah.
Öte yandan,
Muhammed Medine’ye geldiğinde artık sıradan bir dini lider değildir. Şimdi o
bir Peygamber ve devlet adamıdır: takipçileri için dini bir lider, ve dini
cemaatine ait olmayan insanların da yaşadığı bir şehirde siyasi bir liderdir.
Medine’de Yahudiler, çoktanrılılar, ve Mekke’den yeni göç etmiş, Müslüman diye
adlandırılanlar vardı. Mekke’de herkes birbiriyle akrabaydı, bir tek Kureyş
kabilesi vardı ve sorunlarını kabilenin kanunlarına göre çözüyorlardı.
Medine’de birbiriyle akrabalığı olmayan farklı kabileler, farklı dinler, farklı
cemaatler vardı. Bu yüzden, Muhammed bunların hepsinin başına geçtiği zaman, Kur’an birdenbire farklı bir şekle bürünür.
Daha az şiirsel, daha tekdüze, kanuni sınırlara ve hukukî sorunlara odaklanan,
ve diğer tektanrılı dinlere karşı giderek daha agresif ve çoktanrıcılığa karşı
kesinlikle çok agresif hale gelir.
Bu iki kesim metinler
arasındaki farklar çok keskin midir?
Günümüzde
araştırmacılar, bazı bölümleri ‘Mekkî’ diğerlerini ‘Medenî’ olarak adlandıran
geleneksel düzeni kabul etmektedirler, ancak bazen hangisinin hangisi olduğundan
yüzde yüz emin olamıyoruz. Mesela, Mekke’de indirildiği söylenen bir çok âyet
Medine’de indirilen bölümlere dahil edilmiş, ya da tam tersi. Ve elimizde âyetlerin
net bir kronolojisi olmadığı için, Kur’an’ı tam kronolojik sırasına göre yazma
girişimlerinin hiç birisi başarılı olamaz (Orientalist Richard Bell denedi,
kendini utandırdı). Metinlerin dili açık bir şekilde evriliyor, bazı kelimeler
tamamen kullanımdan kalkıyor ve yenileri ortaya çıkıyor. Ayrıca Kur’an’da bazı
temel gramer hataları var, bazen bir cümle tekil özne ile başlayıp çoğulla
bitiyor, isim çekimlerinde bazı ünlülerde hata yapılmış. Bu tabi bir
dilbilimcinin bakış açısı;
geleneksel üstünlük açısından, Kur’an bir mucize olduğu için, hatasızdır. Şu da
önemle belirtilmelidir ki, resmi meşru metin 650 yılı civarında bir araya
getirildiğinde kurul, Kur’an’ı azalan sırada, yani en uzun surelerden başlayıp
en kısa surelere doğru düzenlemeyi seçti. En başa kısa bir açılış suresi
koydular ve ilk bir kaç asır âlimler bunun aslında Kur’an’ın bir parçası olup
olmadığını tartışmışlar.
Metinde herhangi bir tarihleme hatası var mı, eğer
yoksa da bu, erken tarihte derlendiği iddiasını destekler mi?
Evet, eğer Kur’an
8. yüzyıl sonu ya da 9. yüzyıl başındansa, filolojik izler olurdu. Eğer Angers’taki
14. yüzyıldan kalma meşhur Apocalypse Duvar Halısı’na bakarsanız, (İncil’deki
Vahiy Kitabı’nı resmeder) bir yerinde yedi başlı bir aslan
‘fleur-de-lys’i (Fransa’yı temsilen) tutmakta ve (İngiltere’yi temsil eden) yedi başlı bir ejdarhayla karşı karşıyadır: Burda, Fransa ve İngiltere arasındaki Yüz Yıl Savaşları, 1300 yıl önce oluşmuş bir görüşe yansıtılmaktadır. Eğer Kur’an sonradan yapılmış olsaydı, Peygamber’in ölümünden sonra inananlar arasında çıkan sert görüş ayrılıklarını yansıtırdı, yerine kimin geçeceği üzerinde dönen başlıca dini ayrılıklar ve tabi siyasi çatışmalar. Ama Kur’an, hilafet konusunda hiç bir şey söylememektedir.
‘fleur-de-lys’i (Fransa’yı temsilen) tutmakta ve (İngiltere’yi temsil eden) yedi başlı bir ejdarhayla karşı karşıyadır: Burda, Fransa ve İngiltere arasındaki Yüz Yıl Savaşları, 1300 yıl önce oluşmuş bir görüşe yansıtılmaktadır. Eğer Kur’an sonradan yapılmış olsaydı, Peygamber’in ölümünden sonra inananlar arasında çıkan sert görüş ayrılıklarını yansıtırdı, yerine kimin geçeceği üzerinde dönen başlıca dini ayrılıklar ve tabi siyasi çatışmalar. Ama Kur’an, hilafet konusunda hiç bir şey söylememektedir.
Dolayısıyla, bugün
bildiğimiz Kur’an’ın, Peygamber Muhammed’in takipçilerine kendisine inen
vahiyler olarak anlattığı Kur’an’a çok benzediği konusunda şüphelenmemiz için bir
sebep bulunmamaktadır. Ancak unutmamamız gereken bir uyarı var: Arap
alfabesinde aynı şekilde yazılan bir çok harf var. Bunların hangi sese denk
geldiklerini, taşıdıkları ünlüye ya da noktalara bakarak ayırt edebiliyoruz.
Ancak 7. yüzyılda durum böyle değildi. Henüz ünlüler ve noktalar icat
edilmemişlerdi.
Örneğin, üç sessiz harf cim, ha ve kha (ve diğer ikili ya da üçlüler) aynı harfle gösteriliyorlardı. Benzer şekilde, hepsi sessiz olmayan harfler de var, altında bir nokta olan ba, iki nokta olan ya, üstünde tek nokta olan nun, ama noktasız yazıldıkları zaman hepsinin şekli aynı, özellikle kelimelerin başında ya da ortasında. Eğer elinizde dört harfli bir kelime varsa, ve her bir harf iki ya da üç farklı şekilde okunabiliyorsa, o zaman işler karışır. Bazen cümlenin gelişinden anlamı çıkartabilirsiniz, bu da noktasız harfleri tahmin etmenizi kolaylaştırır. Ama çoğu kez böyle olmaz. Mesela Sünnilerle Şiîler arasındaki temel bir ihtilaf, bir sesli harf ve bir tırnak hakkındadır. Kur’an’daki bir âyette bir kelime umma (ümmet) ya da a’imma (imamlar) şeklinde okunabilir, Sünnilere göre ümmete şükran, Şiîlere göre İmamlara şükran, o surenin bütün dinamiğini değiştirir, kimin yöneteceği kararında Şiîlere göre İmamlık müessesesini onaylar, Sünnilere göre ise cemaati görevlendirir.
Örneğin, üç sessiz harf cim, ha ve kha (ve diğer ikili ya da üçlüler) aynı harfle gösteriliyorlardı. Benzer şekilde, hepsi sessiz olmayan harfler de var, altında bir nokta olan ba, iki nokta olan ya, üstünde tek nokta olan nun, ama noktasız yazıldıkları zaman hepsinin şekli aynı, özellikle kelimelerin başında ya da ortasında. Eğer elinizde dört harfli bir kelime varsa, ve her bir harf iki ya da üç farklı şekilde okunabiliyorsa, o zaman işler karışır. Bazen cümlenin gelişinden anlamı çıkartabilirsiniz, bu da noktasız harfleri tahmin etmenizi kolaylaştırır. Ama çoğu kez böyle olmaz. Mesela Sünnilerle Şiîler arasındaki temel bir ihtilaf, bir sesli harf ve bir tırnak hakkındadır. Kur’an’daki bir âyette bir kelime umma (ümmet) ya da a’imma (imamlar) şeklinde okunabilir, Sünnilere göre ümmete şükran, Şiîlere göre İmamlara şükran, o surenin bütün dinamiğini değiştirir, kimin yöneteceği kararında Şiîlere göre İmamlık müessesesini onaylar, Sünnilere göre ise cemaati görevlendirir.
Muhammed’in ölümünün
ardından Kur’an, Arapça’yı öğrenmiş ama anadili Arapça olmayanlar tarafından da
okunuyordu ve bu insanlar Kur’an’ın ardındaki sözlü gelenekleri bilmiyorlardı.
Her biri belli kelimelerin farklı şekilde okunmasını öneriyorlardı. Bu yüzden
700 yılı civarında, sesli harfler ve noktalar koyarak metni sabitleştirip,
sözlü Kur’an’ı bilmeyenlerin de öğrenip okuyabilecekleri hale getiren bir kurul
daha oluşturuldu, (Emevi hanedanının bir katkısıydı). Bu yüzden şimdi cim harfi altında bir noktayla
yazılırken, ha noktasız, kha ise harfin üstünde bir noktayla
yazılıyor.
Ama her kesim sadece kendisinin
kabul ettiği versiyonu mu aldı?
Hayır, Emevilerin
kanunlaştırma dönemine gelindiğinde, Kur’an’ın birbirinden farklı okunuşları
çoktan yerleşmiş ve kullanımdaydı. O yüzden, tek bir okuyuş üzerinde ısrar
ederek müslümanlar arasında ayrılık yaratmak yerine, 8. yüzyılda âlimler yedi adet
okuyuşu meşru olarak kabul ettiler, hatta diğer daha az önemli okuyuşlara da
göz yumdular. O zamandan beri, Kur’an’daki bir çok kelimenin meşru olarak onaylanmış
bir kaç okunuşu bulunmaktadır.
Yani Kur’an’ı okuyan
ve iyi ve düzgün bir şekilde öğrenmek isteyen hevesli bir müslüman gencin, bu
farklılıkları anlatan yapılara ihtiyacı vardır demek mi bu?
Hem hayır, hem evet. Çocuklar için kolay olsun diye metinler
tek bir okuyuşa göre yazılır, siz de bunu Kur’an okulunda ezberlersiniz. Ancak
eğer metni düzgün bir şekilde araştırmak ve öğretmek istiyorsanız, tefsir ilmini öğrenmeniz gerekir ve orda
farklı varyasyonlar öğretilir. Bu artık bir bilim dalı haline gelmiştir, bütün
Kur’an öğretmenleri hepsini bilmek zorundadır. Fakat 19. yüzyıl sonlarında
Mısır’da bir kurul, İslam dünyasını birleştirme amacıyla modern müslümanlar
için bir Kur’an oluşturdu. Kur’anların seri üretimi ve dağıtımı sayesinde bu
versiyon hemen hemen her yerde kullanılır oldu ve Kur’an’ın farklı okuyuşları
hakkındaki toplumsal farkındalığı yok
etti. O bakımdan, çağdaş müslümanların çoğu İslam’ı doğru tatbik etmemektedir,
çünkü bazıları Kur’an’ı okuyabilse dahi, nasıl indirildiğini, ya da nasıl okunması
gerektiğini bilmemektedirler.
Okuyabilirler derken, tabi Arapça 7. ya da 8. yüzyıldan beri bir çok
değişimden geçti.
Kesinlikle. Arapça bilen sıradan bir insan Kur’an’ın çok az
bir kısmını anlayabilir. İhtiyacı olan şey Klasik Arapça da değildir. Kur’an’ın
dili kısmen Mekke lehçesidir, kısmen de o dönemdeki diğer kabilelerinin
lehçeleridir. 6. yüzyıl sonu İslam-öncesi şiir sanatı ile çok benzerliği
vardır, imgeler, imalar, mecazlar, deyimler, kısaltmalar.
Bu öyle bir sanattır ki, bir atı 94 mısralık bir şiirin her bir dizesinde ayrı bir kelimeyle ifade edilebilir, aynı kelimeyi bir kereden fazla kullanmadan! Bunlar hiç bir zaman yazılmamıştır, ancak 8. yüzyıldan itibaren âlimler, Kur’an’ı açıklamanın bir yolu olarak, böyle şiirleri yazıya dökmüşlerdir. Klasik Arapça ise tam tersine, Arapların hükmettiği bir imparatorluğu yönetmek zorunda olan, çoğu İranlı din adamları ve bürokratlar tarafından 8. yüzyılda Irak’ta uydurulmuş bir dildir. Bu insanların dili çok iyi öğrenmeleri gerekiyordu ve ortada bunun için yazılmış kitaplar yoktu, o yüzden ilk gramer kitaplarını ve sözlükleri onlar yazdılar. Yani Klasik Arapça, oldukça farklı bir çevre tarafından üretildiği için, Kur’an’ı anlamak için gerekli olan bütün bilgiyi size vermez. Modern Standart Arapça da yine bambaşka bir şey. O da bir 19. yüzyıl icadıdır, pan-Arap (İslamist değil) birliğini ilerletmek amacıyla okullarda okutulmak üzere 1800’lerin sonlarında Mısır’da bir kurul tarafından yaratılmıştır.
Bu öyle bir sanattır ki, bir atı 94 mısralık bir şiirin her bir dizesinde ayrı bir kelimeyle ifade edilebilir, aynı kelimeyi bir kereden fazla kullanmadan! Bunlar hiç bir zaman yazılmamıştır, ancak 8. yüzyıldan itibaren âlimler, Kur’an’ı açıklamanın bir yolu olarak, böyle şiirleri yazıya dökmüşlerdir. Klasik Arapça ise tam tersine, Arapların hükmettiği bir imparatorluğu yönetmek zorunda olan, çoğu İranlı din adamları ve bürokratlar tarafından 8. yüzyılda Irak’ta uydurulmuş bir dildir. Bu insanların dili çok iyi öğrenmeleri gerekiyordu ve ortada bunun için yazılmış kitaplar yoktu, o yüzden ilk gramer kitaplarını ve sözlükleri onlar yazdılar. Yani Klasik Arapça, oldukça farklı bir çevre tarafından üretildiği için, Kur’an’ı anlamak için gerekli olan bütün bilgiyi size vermez. Modern Standart Arapça da yine bambaşka bir şey. O da bir 19. yüzyıl icadıdır, pan-Arap (İslamist değil) birliğini ilerletmek amacıyla okullarda okutulmak üzere 1800’lerin sonlarında Mısır’da bir kurul tarafından yaratılmıştır.
Kur’an, çok bariz bir
şekilde görünen Musevi ve Hıristiyan katmanlarının da bilgisiyle, genellikle
tektanrılı dinler geleneğinin vardığı en son nokta olarak takdim edilir. Bu
doğru mu?
Bir bakıma doğrudur, ancak hangi bakımdan olduğunu anlamak
lazım. Konunun uzmanları yıllarca Kur’an’ın İncil ya da Yeni Ahit’teki şu ya da
bu paragrafa çok benzer olduğunu, ancak Muhammed’in biraz şaşırdığını,
kaynaklarını yanlış anladığını söylediler. Fakat artık Süryani
Hıristiyanlığının geleneklerini ve Rabinik ilmini dahi iyi bildiğimiz için
Kur’an’ın, Rabinik yorumcuların veya hıristiyan tefsircilerin o dönemde İncil
veya Yeni Ahit üzerine açıklamalarıyla paralellik gösterdiğini söyleyebiliriz. Daha
önce de söylediğim gibi, Kur’an’ı Yahudi
İncili ya da Hıristiyan İncili ile kıyaslamak bir hatadır. Onu, geç Antik
hıristiyanlık ve musevilik dünyasında, çevresinde bulunan tefsir gelenekleri
ile kıyaslamanız lazım. O dönemde yaşayan hıristiyan ve musevi kültürlere, ve
Yahudi ve Hıristiyan yazıları üzerindeki 600 yıllık Hıristiyan yansımalarına,
ya da Mişna ve Tora üzerindeki Rabinik yansımalara yoğunlaşmak lazım.
Muhammed elbette Hıristiyan ve Yahudilere çok yakın yaşadı.
Ancak Mekke’nin kendine has bir özelliği vardı ve bu durum yeni bir tektanrılı inancın orada ortaya çıkmış olmasını daha iyi açıklayabilir. Burası, merkezinde kutsal bir türbenin bulunduğu dindar bir şehirdi. Ancak aynı zamanda, iş mantığının temel dinsel uygulamaları değiştirdiği bir ticaret şehriydi. Mekke’nin yaşlıları şu yolu izlediler: Neden Mekke’de ibadeti sadece kendi tanrımızla sınırlayalım? Eğer açılırsak ve herkesin kendi arabulucu tanrılarını, meleklerini ya da azizlerini getirmelerine ve buraya koymalarına izin verirsek, o zaman her sene gene gelirler ve bu bize çok ticaret ve kâr getirir. Şehri daha önemli yapar, ve de Arabistan’daki diğer dini merkezlerle daha iyi rekabet edebilir hale getirir. Bu yüzden Kur’an çoktanrıcılığa takmıştır. Muhammed, dinin yozlaştığını hisseden bir toplumun gerilimini yansıtır. Vaazları orijinal ve saf bir tektanrılılığa, İbrahim’im tektanrılılığına dönüşe bir çağrıdır. Ancak vaazlarında biraz fazla ileri gidip, hareketi Mekke’nin refahını riske atabilecek gibi görününce, şehirden kovulmuştur.
Ancak Mekke’nin kendine has bir özelliği vardı ve bu durum yeni bir tektanrılı inancın orada ortaya çıkmış olmasını daha iyi açıklayabilir. Burası, merkezinde kutsal bir türbenin bulunduğu dindar bir şehirdi. Ancak aynı zamanda, iş mantığının temel dinsel uygulamaları değiştirdiği bir ticaret şehriydi. Mekke’nin yaşlıları şu yolu izlediler: Neden Mekke’de ibadeti sadece kendi tanrımızla sınırlayalım? Eğer açılırsak ve herkesin kendi arabulucu tanrılarını, meleklerini ya da azizlerini getirmelerine ve buraya koymalarına izin verirsek, o zaman her sene gene gelirler ve bu bize çok ticaret ve kâr getirir. Şehri daha önemli yapar, ve de Arabistan’daki diğer dini merkezlerle daha iyi rekabet edebilir hale getirir. Bu yüzden Kur’an çoktanrıcılığa takmıştır. Muhammed, dinin yozlaştığını hisseden bir toplumun gerilimini yansıtır. Vaazları orijinal ve saf bir tektanrılılığa, İbrahim’im tektanrılılığına dönüşe bir çağrıdır. Ancak vaazlarında biraz fazla ileri gidip, hareketi Mekke’nin refahını riske atabilecek gibi görününce, şehirden kovulmuştur.
Medine’ye vardığında bütün şartlar değişmişti. Kur’an’ın Mekkî
bölümlerinde Hıristiyanlar ve Yahudiler ile ilgili bir çok olumlu ifade vardır.
Medenî bölümlerde ise, çoğu kez çok agresif surelerde aniden Hıristiyan ve
Yahudilere karşı düşmanlık belirir. Birdenbire artık bu insanlarla
savaşmalısınızdır. Sadece onların dini duruşlarına karşı saldırmak da değil,
gidip onlara savaş ilan etmeniz gereklidir. Medine’de hemen hemen hiç
Hıristiyan yoktu, Muhammed’in hakimiyetine karşı herhangi bir politik ya da
askeri tehdit oluşturmuyorlardı. Ancak çok sayıda Yahudi vardı ve ona karşı
dini ve askeri bir meydan okuma durumundaydılar. Bu yüzden Muhammed bir Yahudi
kabilesinin kılıçtan geçirilmesini, iki tanesinin de şehirden kovulmalarını
emretmiştir.
Bu dönemi en iyi bilen
iki otoriteye (Hugh Kennedy ve Fred Donner) baktığımızda bir çok konuda ortak
görüşteler.[2]
Ama bir noktada ayrılıyor gözüküyorlar.
Kennedy, Araplar arasında en yaygın tektanrılı dinin Hıristiyanlık olduğunu
belirtiyor, ama Muhammed’in Medine’deki başlıca düşmanı Yahudilerdi. Donner
ise, Arabistan’ın hemen her yerinde Yahudilerin olduğunu söylüyor, ama
Kur’an’da Yahudi karşıtlığından ziyade, Hıristiyanlara karşı yöneltilmiş
teslis-karşıtı bölümler var. Kendisi aynı zamanda, Kur’an’ın bu dünyanın zevk
ve imkanlarına karşı tavrının, kendisinin ‘Rabinik Yahudiliğin sağduyulu
doğruluğu’ dediği tavra daha yakın olduğunu belirtiyor, Hıristiyan
çileciliğinin ise hiç bir izini görmüyor. Sizin görüşünüz nedir?
Bir noktaya kadar Donner’ın görüşü daha makul. Ama
Kennedy’nin de ne dediğini anlamamız lazım. Hıristiyanlık Araplar arasında
yaygındı ancak Arapların çoğu bugün Arabistan dediğimiz bölgede yaşamıyorlardı.
Ortaçağ Suriyesi (bugünkü Suriye, Ürdün, Filistin ve İsrail) ve Irak’a
yayılmışlardı, ve 3. yüzyıldan itibaren orada hıristiyanlığa geçmeye
başladılar. Doğu Arabistan’daki (bugünkü Kuveyt, kuzeydoğu Suudi Arabistan,
Bahreyn, Katar, BAE ve Umman) Araplar da hemen hemen tamamen Hıristiyanlardı,
Yemen ve Nacran’daki (bugünkü Yemen-Suudi Arabistan sınırında) bir çok Arap da.
Ama İslam’ın ortaya çıktığı Hicaz’da, özellikle de Medine’de çok az Hıristiyan
vardı ama çok sayıda Yahudi yaşıyordu. Kur’an’da Rabinik Yahudilikle bir çok
paralellikler var: Tanrı’nın kanunlarına uyarak yaşama ve Tanrı’nın size
verdiklerinin zevkine, aşırıya kaçmadan, varma. Ayrıca Kur’an’da Hıristiyan
İncili’nden çok daha fazla Yahudi İncili’ne referans vardır, Rabinik tefsiri
yansıtan. Eğer Kur’an’daki meşhur İshak’ın kurban edilmesi hikayesini [İncil’deki] Yaratılış 22 ile
kıyaslarsanız, Kur’an’da İshak’ın çok daha aktif bir katılımının olduğunu
görürsünüz. [Ç.N. Bir çok Müslüman, İbrahim’in İshak’ı değil, diğer oğlu
İsmail’i kurban etmek istediğine inanır.]
İshak babasına diretir: “Babacığım, emrolunduğun şeyi yap” der. Yaratılış’ta bunların hiç birisi yoktur, ama dönemin Rabinik geleneğinde, İsa’nın çarmıha gerilmesi anlatısının da İshak’ın hikayesine katılmasının bir etkisi sonucu İshak çok daha aktif hale gelir, Kur’an’da da gördüğümüz gibi. Bu da şaşılacak bir şey değil. Suudi Arbistan’da yapılmış az sayıdaki arkeolojik kazılar, Hicaz’ın bir çok bölgesinde Yahudilerin varlığına işaret etmiştir.
İshak babasına diretir: “Babacığım, emrolunduğun şeyi yap” der. Yaratılış’ta bunların hiç birisi yoktur, ama dönemin Rabinik geleneğinde, İsa’nın çarmıha gerilmesi anlatısının da İshak’ın hikayesine katılmasının bir etkisi sonucu İshak çok daha aktif hale gelir, Kur’an’da da gördüğümüz gibi. Bu da şaşılacak bir şey değil. Suudi Arbistan’da yapılmış az sayıdaki arkeolojik kazılar, Hicaz’ın bir çok bölgesinde Yahudilerin varlığına işaret etmiştir.
Hıristiyanlık açısından bakıldığında, Muhammed’in
Hıristiyanlık öğretisine bakışı neydi? Kur’an, teslis fikrine karşıdır ve
Hıristiyanların İsa’yı tanrılaştırdığını
düşünür. Ama öte yandan, İsa’nın vaizliğini işleyişi ana akım
Hıristiyanlığınki ile aynıdır. Tanrı’nın kelamı (logos) ve Ruhullah [Ç.N. Allah’ın İsa’ya ruhundan üflemesi] olarak tarif edilir. Kur’an, [İncil’deki]
İsa’nın Tebliği anlatısını aynen tekrarlar, Meryem’in Lekesiz Gebeliği hakkında
da en eski görüşlerden birini kabul eder. İsa’dan Yusuf’un oğlu olarak
bahsedilmez, Kur’an’da İsa babasızdır. Kur’an’da İsa’nın hikayesinin kilisenin
aykırı kabul ettiği versiyonlarına rastlanmaz. Çizgiyi sadece onun tanrılığı
noktasında çizer. Kur’an’ın hoş görmediği budur.
Donner, Muhammed’in İslam
olarak adlandırılacak yeni bir amentünün çağrısını yapmak yerine, sadece çok
tanrı yerine tek tanrıya inandığı için diğer gruplardan ayrılan bir topluluğa
hitap ettiğini öne sürüyor. Sizin bu konudaki görüşünüz nedir?
Elbette Donner’ın teorisi sorgulanabilir, ancak Kur’an’da bu
konuya ilişkin çok şey var. Karar vermeden önce şartları ve değer hükümlerini
bilmek lazım. Eğer Yuhanna İncili’ni, tarihsel arka planını bilmeden okursanız,
Yahudi karşıtı bir metin olduğunu sanabilirsiniz. Halbuki bu konunun
uzmanlarının bulgularına göre bu metin ilk Hıristiyanların en fazla Yahudi
içeren topluluğundan gelmiştir. Sinangog’dan atılmış bir grup kovulmalarına
kızarak tepki göstermekteydi. Ya da, İbrani İncili’ndeki Peygamber kitaplarına
bakarsanız, ve eğer yazarlarının İsrailoğulları olduklarını bilmiyorsanız, bu
insanların Yahudilerden gerçekten nefret ettiklerini düşünebilirsiniz. Benzer
şekilde, Kur’an’a geri dönerseniz, ve onu yazan kişinin kendisini bu
geleneklerin mirasçısı olarak gören bir tektanrıcı olduğunu düşünürseniz, Muhammed
şurda Yahudi karşıtı veya burda Hıristiyan karşıtı falan değildir. Eğer o
geleneğin içindeyseniz ve günah
işlendiğini düşündüğünüz bir şeye bakıyorsanız, o şey dışarıdan bakan birisine
göre size daha şiddetli görünecektir. Kur’an’ın mesajı, diğer peygamberler
gibi, Tanrı’nın kanunlarına göre yaşamanın sizin göreviniz olduğu, ve aksi
taktirde Tanrı’nın gazabının üzerinize çökeceğidir.
Yine de, Yahudiliğin
temel öğretisi, Yahudilerin seçilmiş halk olduğu, diğerlerinin olmadığıdır.
Kur’an buna değiniyor mu?
Evet, Kur’an aslında İsrailoğullarının bir zamanlar seçilmiş
halk olduğunu onaylar (3. bölümün çoğu tam da bununla ilgildir) ama bu durum
değişmiştir çünkü onlar Tanrıya isyan etmişlerdir ve emirlerini çiğnemişlerdir.
Bu açıdan, Pavlus’un öğretisiyle, yani Yahudilerin Tanrı’ya bir çok defa
itaatsizlik ettikleri için Tanrı’nın anlaşmayı herkese açtığını söyleyen
Hıristiyan fikri ile paralellik arzeder. Artık tüm insanlığındır. Burada bir
Hıristiyanlık etkisi ile aynı çizgiye denk gelir.
Kur’an Hıristiyanları
özel bir konuda azarlar: Teslis inancı, tektanrılılıktan acıklı bir sapmadır.
Kur’an’ın, buna benzer bir şekilde katılmadığı bir Yahudi öğretisi de var mı?
Bir tane var ve kimse de nerden çıktığını bilmiyor. Kur’an,
Yahudilerin Üzeyir’e Tanrının oğlu demesine çatar. Kimi uzmanlar bunu Ezra ile
bir tutar, ancak aslında kimse bu inancın kökenlerini bilmemektedir. Yoksa
Yahudiler sadece kanuna göre yaşamadıkları için kınanırlar, mesela bazıları
Şabat günü çalışır, yani Tanrı ile olan anlaşmaya uymamaktadırlar. Ancak burda
başka bir niyet daha vardır. O da, geleneği tekrar İbrahim-merkezli yapmak ve
dolayısıyla Musa’nın önemini azaltmak. Bu da son derece mantıklıdır.
Mekke’desin ve yeni bir dini hareketi başlatıyorsun. Eğer birisi kalkıp senin gerçek
bir tektanrıcı olarak meşruiyetini sınarsa ne dersin? Yahudi değilsin,
Hıristiyan değilsin, Arapsın. Sana daha önce hiç peygamber gönderilmemiş. O
yüzden Anlaşma’yla bir bağ düşünmek zorundasın. Yahudi geleneğinde bütün
meşruiyet İbrahim’in Tanrı’yı takip ettiği an, ve sonrasında oğlu İshak’ı
kurban etmesi istenerek sınanmasından gelir. Yahudilik Anlaşma’yı tek bir soya
bağlayarak sadece kendine ait hale getirir: İbrahim-İshak-Yakub-On İki İsrail
Kabilesi.
Hıristiyanlık bu soyun Yahudilere aitliğine karşı çıktı ve onu diğer insanlara açtı. Eğer Luka İncili’nde İsa’nın soyağacına bakarsanız, orda ilk Hıristiyanların cebelleştiği iki konu vardır. Bir yanda, İsa’nın soyu, Tanrı’nın oğlu olduğu söylenen Adem’e kadar gider, yani Adem’in çocuklarının hepsi Tanrı’nın da çocuklarıdır! Ancak hiç mantıklı olmayan başka bir şey daha vardır. Bu soy Yusuf’tan geçer, ama kendisi İsa’nın babası değildir. Soru şu ki, madem ilk Hıristiyanlar Yusuf’un İsa’nın babası olmadığına inanıyorlardı, neden İsa’nın soyunu onun üzerinden geçirdiler? Cevap meşruiyette yatıyor: Eğer İsa, Davud’un hanedanından gelmiyorsa Mesih olamaz, ve Yusuf da o bağlantıyı sağlıyor. Meryem, Davud’un hanedanından değildir. Musa’nın abisi olan Harun’un hanedanındandır.
Hıristiyanlık bu soyun Yahudilere aitliğine karşı çıktı ve onu diğer insanlara açtı. Eğer Luka İncili’nde İsa’nın soyağacına bakarsanız, orda ilk Hıristiyanların cebelleştiği iki konu vardır. Bir yanda, İsa’nın soyu, Tanrı’nın oğlu olduğu söylenen Adem’e kadar gider, yani Adem’in çocuklarının hepsi Tanrı’nın da çocuklarıdır! Ancak hiç mantıklı olmayan başka bir şey daha vardır. Bu soy Yusuf’tan geçer, ama kendisi İsa’nın babası değildir. Soru şu ki, madem ilk Hıristiyanlar Yusuf’un İsa’nın babası olmadığına inanıyorlardı, neden İsa’nın soyunu onun üzerinden geçirdiler? Cevap meşruiyette yatıyor: Eğer İsa, Davud’un hanedanından gelmiyorsa Mesih olamaz, ve Yusuf da o bağlantıyı sağlıyor. Meryem, Davud’un hanedanından değildir. Musa’nın abisi olan Harun’un hanedanındandır.
Anlaşma’nın bir parçası olabilmek ve bir peygamber olarak
meşruiyet kazanabilmek için Muhammed’in de aynen böyle bir şeye ihtiyacı vardı,
yani İbrahim’e uzanan bir soyağacı. Bu yüzden, İsmail’e dek giden bir soy inşa
edildi. İsmail, İbrahim’in oğlu olup, karısı Sare’den değil, kölesi Hacer’den olmadır.
Rabinik gelenek sadece İshak ve onun oğlu Yakub’u sayar. Eğer Yakub’un soyundan
gelmiyorsanız Anlaşma’nın bir parçası değilsinizdir. (Gerçi, bazı hahamlar
İsmail’in kaderi ile ilgilenmiş ve onu da anlaşmaya dahil etmeyi
düşünmüşlerdir.) Şimdi İsmail’in soyundan birine yeni bir kitap geliyor ve
Kur’an da onun Araplara gönderildiğini vurguluyor. Her ne kadar mesajı
Arapların ötesinde tüm insanlığaysa da, Tanrı şimdi, daha önce hiç ilgilenmediği
Araplara gelmiştir.
Donner, ‘teslim olan’
anlamına gelen müslim[3] kelimesinin Kur’an’da çok az yerde
geçtiğini vurguluyor. Çoğu yerde kullanılan terim ‘inananlar’. İddiasına göre,
Muhammed için teslim olma ve inanma farklı şeyler. Teslim olma çoktanrılılar
için, inanç ise, zaten tek bir tanrıya inanan Hıristiyan ve Yahudiler de dahil
olmak üzere, tektanrılılar içindi. Yani ima ettiği şey, Muhammed’in tasarısı
farklı bir din yaratmak değil, sadece inanan cemaatleri birleştirmekti. Sizce
bu doğru mudur?
Katılırdım, ancak bazı çekincelerim var. Bence Donner şu
konuda haklı: Başlangıçta Muhammed’in Mekke’deki tasarısı tamamen yeni bir şey
başlatmak değildi. Ama Medine’de, sadece kendi takipçilerini yöneteceği
kuralları değil, kendi cemaatinin cemaat dışındakilerle olan ilişkilerini de
tanımlama ihtiyacıyla karşılaştı. İlk değişimin işaretlerini orda görmeye
başlıyorsunuz. Öldüğünde de, takipçilerinin bu öğretilerin yeni bir din
olduğunu söylemesi kolaydı. Sonrasında gelen Arap fetihleri sonucunda karşı
karşıya gelinen Bizans’ın Hıristiyanlığı ve İran İmparatorluğu’nun Zerdüştlüğü,
öğretinin daha açık bir tanımını zorunlu kıldı. Ancak bildiğimiz kadarıyla, en
azından yarım yüzyıl boyunca Arap ordularının fethettiği ülkelere İslam’ı yayma
ya da o ülkeleri İslam’a kabul etme gibi bir istek yoktu. Bu da onların
kendilerini yeni bir şeyin taşıyıcısı olarak değil, inananlar toplumunun zaten
varolan bir parçası olarak gördüklerini gösteriyor.
İslam’ı farklı bir şey yapmaya yönelik önemli adımlar ancak
beşinci Emevi halife Abdülmelik (685-705) saltanatı sırasında atılmıştır. Bunların
bir örneği, ki bu uzmanların pek dikkatini çekmemiştir, inancın onaylanmasıdır,
Arapça’da şehadet diyoruz. Elimizdeki 7. yüzyıla ait yazılarda,
paralarda veya papirüslerdeki bütün şehadetler, hatta Kubbet-üs Sahra’daki yazı
bile şöyle der: ‘Ortağı olmayan Allah'tan başka hiçbir İlâh yoktur.’ Hiç bir
tektanrıya inanan [Yahudi veya
Hıristiyan] buna itiraz etmez. Ama Abdülmelik yeni bir para basılmasını
emretmiş ve üstüne ‘Allah'tan başka hiçbir İlâh yoktur, ve Muhammed O'nun
elçisidir’ diye yazdırmıştır. Hiç bir Hıristiyan ya da Yahudi bunu kabul
edemezdi. Bu, müslümanları diğer tektanrılılardan ayırmayı ve onlar üzerinde
üstünlük iddia etmeyi hedefleyen İslamî bir değer yargısıydı. Daha sonra Şiîler
de kendi şehadetlerini geliştirdiler. Onlarınki de üç parçaydı: ‘Allah'tan
başka hiçbir İlâh yoktur, ve Muhammed O'nun elçisidir, Ali O’nun velisidir.’ Bu
formül kimin Şiî olup olmadığını belirtir.
Abdülmelik, daha önceki yıllarda İslam dünyasını
bölen iç savaşların ardından Emeviler için yeni bir meşruiyet oluşturmaya
çalışmıyor muydu?
Kesinlikle.
Abdülmelik 685 yılında hiç bir meşruiyeti olmadan, karşı-halife olarak iktidar
olmuştu ve iktidarını kabul ettirmek için yeni bir İslam projesinin
savunuculuğunu yapıyordu. Kudüs’te, ki bunu çoğu kez unuturuz, bile bile
Süleyman Tapınağı’nın olduğu alanın üstüne Kubbet-üs Sahra’yı yaptı.
Böylece şunu demek istiyordu: Biz müslümanlar şimdi daha güçlüyüz, meşruiyeti
tekrardan İslam’a geçen Yahudiliğin mirasçılarıyız. Stratejisi Araplaştırma
(Arapçayı imparatorluğun dili yapma) ile İslamlaştırmaydı: Bütün müslümanların
aynı modeli izleyeceği, diğerlerini dışlayan İslamî bir kimlik. Ayrıca
Peygamber’in Halefi titrini kullanmak yerine, kendisini Allah’ın Halifesi
mertebesine yükseltmeye çalışmıştır. Halife,
birinin halefi, varisi olmak anlamına gelir ve ondan önce herkes bu terimi, daha
az dini anlam içerecek şekilde, Muhammed’in halefi anlamında kullanıyordu.
Abdülmelik, etrafta dolaşıp kendisini her anlamda Allah’ın Halifesi olarak ilan
edecek şairler tuttu.
Bu birbirine sırayla bağlı bir çok sonucun başlamasına neden
oldu, ki bu da, Muhammed’in kendisini nereye kadar yeni bir dini başlatıyor
olarak algıladığı, ve nereye kadar bunun sonradan takipçileri tarafından
geliştirildiği hakkında bize bazı fikirler veriyor. İslamî hukuka (şeriata)
bakarsanız, çok çarpıcı bir olay görürsünüz: İlk dört halife (bu biraz
şaşırtıcı gelebilir) Peygamberin ne dediğine genellikle aldırmamışlardır.
Başlarını ellerinin arasına alıp, acaba Peygamber bu konuda ne düşünürdü, diye
tereddüt etmezlerdi. Kendi kararlarını alırlardı ve çoğu kez bunlar, bazı
insanların Peygamberin söylediklerinden hatırladıklarına ters düşerdi. İslamın
ilk iki yüzyılında bazı müslüman hukuk uzmanları da aynı şeyi yaptılar.
Mesela?
Denizlerde
yaşayan bütün canlıların yenilip yenilmeyeceğine dair meşhur bir vaka vardır. Bir
rivayete göre Peygamber, kurbağa hariç hepsi yenilebilir demiş. İlk halife Ebu
Bekir her şey yenilebilir dedi. Hanefi mezhebinin kurucusu Ebu Hanife (699-767)
sadece balık yenebilir dedi. Hiç bir müslüman hukuk uzmanı, sadece Peygamberin
dedikleri şeriattir, diğer söylenenler değildir, demeye cüret edemez. Hepsinin
İslam hukukunda bir yeri vardır, ve bir birey olarak Peygamberin, Halife Ebu
Bekir’in, ya da uzman Ebu Hanife’nin dediğini takip etmeyi seçebilirsiniz.
Bundan daha büyük ihtilaflar da vardır. Örneğin Kur’an, eğlence amaçlı nikahın
(muta nikahı) kabul edilebilir olduğunu söyler. Savaşçılar sefere
çıktıklarında, yedi gün sonra iptal olacak bir çeşit resmi nikah altında,
kadınlarla bir haftalığına cinsel birliktelik anlaşması yapabiliyorlardı.
Halife Ömer bu uygulamayı yasakladı. Dolayısıyla Sünniler, Kur’an izin veriyor
olmasına rağmen, Ömer yasakladığı için bu adeti tatbik etmezler. Bir de mesela
zinanın cezası konusu var. Kur’an, Yahudi geleneği ile aynı hizada, cezanın
taşlama (Ç.N. ‘recm’) olduğunu söyler, ama yüz kırbaç olmuştur. Eğer Kur’an,
müslümanların kabul ettiği indirilmiş bir metinse, neden şeriatta Kur’an ile
çelişen bu kadar çok şey var? Cevabı şudur: Müslümanlara göre Kur’an,
davranışları için ilk sırada gelen kaynak değildir. Sünniler için Peygamberin
sünnetidir, ki bu çeşitli kaynaklardan derlenen muazzam sayıda eserden oluşur
ve bunlardan daha da fazla sayıda, Sünnilerin kabul ettiği, ilk dönemlerin
önemli aktörlerinin fikirleri tarafından tamamlanır. Kur’an’daki bir karar
Peygamber ile çelişse de farketmez. Sünnet külliyatına uyarsınız. Şiîler ise
imamlarının öğretilerini takip ederler.
Peki bu durum, Kur’an’ın Muhammed’in öğretisi
değil, Allah’ın kelamı olduğu fikriyle nasıl uyuşuyor? Allah’ın bildirileri
insanın lafına üstün gelmez mi?
Müslüman dünyası
için bu şekilde olmadı. Sembolik olarak, aslolan Allah’ın kelamıdır. Ancak
şaşırtıcı olan şu ki, Allah’ın kelamının herkesinkinden üstün olduğunu iddia
ederek ortaya çıkan bütün akımlar aykırı (marjinal) olarak kabul edilmiştir, bu
şekilde çıkan her bir akım başarısız olmuştur.
Şiîler için önemli olan İmamların kelamıdır, ki Peygamber de bunlardan
biridir.
Sünniler için ise Peygamberin, yol arkadaşlarının, haleflerinin ve daha sonraki bir kaç âlimin dediklerinden oluşan büyük bir külliyattır. Dolayısıyla, Kur’an oldukça esnek bir şekilde çözümlenirken, İmamlar ve Sünnet dokunulmaz hale gelmişlerdir. Eğer sorgulamaya veya kuşku duymaya başlarsanız bütün sistem çöker. Bu yüzden Peygamberle ilgili karikatürler İslam dünyasında bütün diğer şeylerden daha fazla şiddet doğurmuştur.
Sünniler için ise Peygamberin, yol arkadaşlarının, haleflerinin ve daha sonraki bir kaç âlimin dediklerinden oluşan büyük bir külliyattır. Dolayısıyla, Kur’an oldukça esnek bir şekilde çözümlenirken, İmamlar ve Sünnet dokunulmaz hale gelmişlerdir. Eğer sorgulamaya veya kuşku duymaya başlarsanız bütün sistem çöker. Bu yüzden Peygamberle ilgili karikatürler İslam dünyasında bütün diğer şeylerden daha fazla şiddet doğurmuştur.
Bütün ilahi metinler çelişkilerle dolu: Dört İncil
arasında uyuşmazlıklar var, Tevrat bir ihtilaflar yığını. Kur’an’ın kendisi ne
kadar tutarlı?
Tutarlılık modern
bir ölçüttür. Ortaçağın bütün metinleri çelişkilerle doludur. Yazan kişi bir
konudaki iddiasını ortaya atarken, destek olacak bütün argümanları bir araya
toplar, sonra bir diğer konuya geçer ve bir kaç sayfa önce yazdıklarıyla
çelişecek argümanları bu sefer bir başka konu için kullanır. Dolayısıyla,
Kur’an’da ve ondan devşirildiği iddia edilen temel kanunlarda bir sürü çelişki
vardır. Alkol Kur’an’da yasak mıdır, değil midir? Nihayetinde Şeriat yasak
olduğunu söyler. Ama Kur’an şarabın Şeytan tarafından yaratıldığını söyleyip,
sonra bir başka surede (Nahl Suresi 67. âyet) Allah’ın hurma ve üzümü içki ve
yiyecek olarak kullanılması için yarattığını söyler. Yani Allah alkolün
yaratıcısıdır ve de Şeytan alkolün yaratıcısıdır. Elbette gelenek bu çelişkiyi
mantıklı bir şekilde açıklamaya çalışmıştır, ancak çözümleri her zaman mantıklı
değildir. Kur’an kaderi mi, yoksa özgür iradeyi mi nasihat eder? Her iki taraf
için de destekleyici surelerin bir listesini çıkartabilirsiniz, ve bu
içerisindeki hemen hemen her şey için geçerlidir. Kur’an’ın ilahiyatı, yirmi
iki yıl boyuncaki farklı deneyimlere, farklı vaatlere karşı değişmez tek bir
konuma değil, o ana hitap eder. Her bir durumun o anki şartlarını ve çelişen
ihitiyaçlarını yansıtır.
Kur’an’ın genel dini mesajına baktığımızda,
İslam’ı oluşturmuş olan inanca hangi temel ilkeleri vermiştir?
İslam’ın beş
temel direği vardır. Allah’ın birliği ve tekliği mutlak bir mihenktaşıdır. Ancak
meleklere inanmadan da bir inanan, dolayısıyla bir müslüman olamazsınız. Eğer
meleklerin varlığı konusunda kuşkuya düşerseniz, bir inanan değilsinizdir,
çünkü melekler olmasa Allah ve insanlık arasında bir iletişim olamazdı, ve
dolayısıyla kutsal yazının geçerliliği kuşkuya düşerdi. Muhammed’den önce
gelmiş peygamberleri ve onların getirdikleri mesajı kabul etmeden de tektanrıcı
olamazsınız. Yeniden dirilme ve Kıyamet Günü gerçeğine inanmadan da tektanrıcı
olamazsınız. Bunların hepsi zorunludur. Dolayısıyla, bir tektanrıcı olarak
göreviniz, Kur’an’da indirilmiş ve Allah’ın Şeriatında (ki Kur’an bunu tam
olarak tanımlamaz) şekillenmiş Allah’ın kanununa göre yaşamaktır. Ancak Şeriat,
İslam’ın her bir mezhebinde biraz farklı tanımlanmıştır (Sünnilikte 4 adet, Şiîlikte
bir kaç adet). Şimdilerde bunlar müslümanlar için pek açık ve seçik değil ama
yüz yıl önce ‘Ben bir müslümanım’ demezdiniz, nokta. Ben Hanefiyim, Şaafiyim,
İmamiyim demeniz gerekirdi, yani hangi mezhebe bağlı olduğunuzu belirtirdiniz.
İslam dünyasında
bugün bu kadar çok kaos olmasının bir nedeni, insanların Şeriat’ın ne olduğunu
bilmemesidir. Çünkü tek bir İslamî Şeriat yoktur, her bir mezhep kendi şeriatını tanımlamıştır ve siz de o
mezhebin şeriatına göre müslümansınızdır. Şeriat hayatın bütün şartlarına
değinir. Mesela birisi öldüğünde, takip ettikleri mezhebin şeriatına göre
defnedilir. Eğer dini ayin yapılmazsa, bu ölene büyük bir hakarettir, onu hiç
gömmemeye benzer. Şimdilerde bunların hepsi şaşırtılmış, bulanıklaştırılmıştır.
Bir çok insan ‘Ben müslümanım’ diyip İslamî Şeriat’a uyduklarını iddia etmektedirler. Ama
İslamî Şeriat nedir? Nerde
bulunur? Hiç bir fikirleri yok. Şeriat’ın şu ya da bu din adamı tarafından
tanımlandığını düşünmektedirler. Ama ya siz Pakistan’daysanız ve bu din adamı
Pakistan’da olmayan bir mezheptense? Modern İslam dünyasındaki seçme toplama
uygulamalar, İslam’ın gelenekleri ya da ne olduğunu hakkında olmaktan çok,
İslam dünyasının içinde bulunduğu kargaşanın yansımalarıdır.
Peygamberin mesajındaki ölümden sonra hayat
kısmına değinmiştiniz... kıyamet gününün geldiğinden, çok yakın olduğundan...
ki bazı araştırmacılar bu konuyu oldukça vurguluyorlar... Sizin
değerlendirmeniz nedir?
Bu, Kur’an’daki
gelişimi gözleyebileceğiniz konulardan birisidir. Mekkî bölümlerde çok daha
fazla vurgulanmıştır. Zamanın sonu kozu, ancak dinleyenlerin hayal gücüne ‘son
şans’ şeklinde ulaşırsa bir işe yarar: Kıyamet Günü kapıda, eğer şimdi tövbe
etmezseniz mahvolursunuz. Medine döneminde de Kıyamet Günü hala bir gerçek
olarak durmaktadır, ancak artık çok daha uzak bir konumdadır. Bunu söylüyorum,
çünkü Kur’an’ın bu bölümlerinde şaşırtan bir durum vardır. Son derece ince
detaylarına kadar düzenlenmiş hukukî alanlardan bir tanesi miras hukukudur.
Eğer hareket zamanın sonuna bu kadar taktıysa, neden mirasın tam olarak nasıl
bölüşüleceği konusunu açıklamaya bu kadar çok çaba harcıyor? Sadece, “mirasını oğluna bırak”, ya da “kızın varsa
yarısını veya çeyreğini ona ver” değil... anne ne alıyor? Baba ne alıyor? Eğer
sadece kadınlar hayatta kaldılarsa? Mirasın bir çok farklı senaryosu göz önüne
alınmış. Açıkça görülüyor ki bu, kopmak üzere olan bir kıyamet öncesi panik
içinde yaşayan bir toplum değil. Bu değişim, birinci yüzyılın sonlarında yeni
Kudüs’ün gelmeyeceğini anlamaya başlayan ilk Hıristiyanlarınkine çok
benziyor... bekleyip duramayız, yaşamaya devam etmemiz lazım, Hıristiyanlar
olarak nasıl bir hayat yaşayacağız? Geleneğin odağı değişiyor, ve bence bu daha
Muhammed ölmeden, henüz hayattayken, çok hızlı bir şekilde oldu. Medine’ye
taşınınca bir yönetici oldu ve dini dinamik değişti. Artık o, bir toplumu kıyamet
uyarılarıyla birleştirmeye uğraşmıyordu, gerekirse isteklerini siyasi gücünü
kullanarak zorla kabul ettirebilirdi. O noktada Kıyamet Günü ana konu olmak
yerine arka plandaki bir mevzu haline gelmiştir.
Muhammed’in hayatı hakkında
elimizde hangi biyografik deliller var?
En eski
biyografi, Siyer, sekizinci yüzyıl
ortasında Medine’li İbn İshak tarafından yazılmış, ancak günümüze ulaşmış bir
kopyası yok[4].
Derlediği çalışma sadece 9. yüzyıldaki tarihçilerin alıntılarında saklanmış ya
da, bir açıdan tek kaynak olarak, İbn İshak’ın ölümünden yaklaşık 80 yıl sonra
eserin çoğunu intihal etmiş bir yazar aracılığıyla[5].
Araştırmacılar, onun önce ilk versiyonu yazdığı, sonra da yeni bilgiler edinip, çoğu kez uzatarak belli hikayeleri değiştirdiği kanaatine varmışlardır. İbn İshak’ın stili çok ilginçtir. Bir çok farklı söylentiyi bir araya toplamış, onlardan büyük bir yetenekle bir hikaye örmüş, ve daha önceden hiç duyulmamış yepyeni ve tutarlı bir anlatı ortaya çıkarmıştır. Bu açıdan, Peygamberin hayat hikayesini yazan herkes onun yeni bir tasvirini yapmıştır çünkü, kullandıkları malzemeler başkasından gelmiş olsa da, onlardan yaptıkları kolaj her seferinde onun farklı bir tablosunu meydana çıkartmıştır. İbn İshak, önceki nesillerin hiç şüphe duymadıkları bir Peygamberin imgesini çizmişti. Sonraları, sözlü gelenekleri kullanan diğer yazarlar, Peygamberin hayatına mucizeler veya sufi yansımalar ekleyerek, İbn İshak’ta olmayan bir figür yarattılar. Yani Peygamberin hayatı hakkında hiç bir şeyden kesin emin olamasak da, ölümünün hemen ardından bir yüceltme sürecinin başladığından emin olabiliriz. Yeni akımlar öğrettiklerine, savunduklarına veya kendi kafalarındaki ideal peygamber hayatı fikirlerine yakın bir Peygamber imgesi oluşturmak istedikleri için, müslümanlar bu sürece yeni şeyler ekleyerek süslemeye devam ettiler. Dolayısıyla, birdenbire 9. ve 10. yüzyıldan itibaren Peygamberi bir sufi olarak gösteren biyografiler görmeye başlıyoruz. 9. yüzyıl öncesinde hiç yok, hatta 9. yüzyılda Peygamberin öyle olmadığını kabul eden sufiler var. Ancak sufiler İslam dünyasının yöneticileri olunca Peygamber de bir sufi olmalıydı. Daha yakın zamandaki biyografiler ise Muhammed’i insan hakları, feminizm, demokrasi vs. savunucusu olarak tasvir ediyorlar.
Araştırmacılar, onun önce ilk versiyonu yazdığı, sonra da yeni bilgiler edinip, çoğu kez uzatarak belli hikayeleri değiştirdiği kanaatine varmışlardır. İbn İshak’ın stili çok ilginçtir. Bir çok farklı söylentiyi bir araya toplamış, onlardan büyük bir yetenekle bir hikaye örmüş, ve daha önceden hiç duyulmamış yepyeni ve tutarlı bir anlatı ortaya çıkarmıştır. Bu açıdan, Peygamberin hayat hikayesini yazan herkes onun yeni bir tasvirini yapmıştır çünkü, kullandıkları malzemeler başkasından gelmiş olsa da, onlardan yaptıkları kolaj her seferinde onun farklı bir tablosunu meydana çıkartmıştır. İbn İshak, önceki nesillerin hiç şüphe duymadıkları bir Peygamberin imgesini çizmişti. Sonraları, sözlü gelenekleri kullanan diğer yazarlar, Peygamberin hayatına mucizeler veya sufi yansımalar ekleyerek, İbn İshak’ta olmayan bir figür yarattılar. Yani Peygamberin hayatı hakkında hiç bir şeyden kesin emin olamasak da, ölümünün hemen ardından bir yüceltme sürecinin başladığından emin olabiliriz. Yeni akımlar öğrettiklerine, savunduklarına veya kendi kafalarındaki ideal peygamber hayatı fikirlerine yakın bir Peygamber imgesi oluşturmak istedikleri için, müslümanlar bu sürece yeni şeyler ekleyerek süslemeye devam ettiler. Dolayısıyla, birdenbire 9. ve 10. yüzyıldan itibaren Peygamberi bir sufi olarak gösteren biyografiler görmeye başlıyoruz. 9. yüzyıl öncesinde hiç yok, hatta 9. yüzyılda Peygamberin öyle olmadığını kabul eden sufiler var. Ancak sufiler İslam dünyasının yöneticileri olunca Peygamber de bir sufi olmalıydı. Daha yakın zamandaki biyografiler ise Muhammed’i insan hakları, feminizm, demokrasi vs. savunucusu olarak tasvir ediyorlar.
Aynı şekilde,
ancak daha erken bir tarihte, müslümanlar Muhammed’e atfedilmiş mucizelerin
hikayelerini toplamaya başladılar. Halbuki Kur’an, Yahudi peygamberlerin ve
İsa’nın bir çok mucize yarattıklarını, ancak Muhammed’in yaratmadığını söyler.
Muhammed’in tek mucizesi Kur’an’ı iletmesidir. O zaman neden Muhammed’in
mucizelerle dolu bir biyografisi olmalı? Eğer bir Hıristiyan muhitinde iş
görüyorsanız, sizin mucizeler yaratmamış peygamberinizi kabul etmelerini nasıl
bekleyebilirsiniz? Bütün biyografiler bu tip farklı gündemler tarafından
şekillendirilmiştir. Geç Emevi döneminde İslam farklı bir din olarak sivrilmeye
başlayınca, ihtiyaç duyulan ilk şey Peygamberin hikayesiydi. Kur’an’da böyle
bir şey yok. Ancak daha da önemlisi, açıklamanız gereken kutsal bir metin var,
ve bunu ancak Peygamberin onu nasıl aldığını anlatarak yapabilirsiniz. Siyer bu yüzden icat edilmiştir,
Peygamber’in bir kronolojisini vermek ve Kur’an’ı açıklamaya yardımcı olmak
için.
Hıristiyanlığın
gelişimini düşünün. Pavlus, İsa’nın hayatının bir anlatımını yazma gereğini
görmemişti. Markos İncili ta yirmi sene sonra, 70 yılında yazıldı.
Hıristiyanlar o zamanlarda sormaya başlamışlardı, kimdi bu Nasıralı İsa, diye.
Ondan önce, hepsi ya onun, ya da onun takipçilerinin takipçileriydiler. Ama
şimdi Roma’da, daha önce Filistin’i hiç duymamış insanlar vardı. Oraya hiç
gitmemişlerdi, hakkında hiç bir şey bilmiyorlardı ve birilerinin anlatması
gerekiyordu. Dolayısıyla, her dini hareketin gelişiminde böyle bilgilerin çok
hayati hale geldiği bir noktaya gelinir. İncil böyle doğmuştur. Sonra, 2.
yüzyılda, Hıristiyanlar merak etmeye başladılar: Peki ya Meryem? O kimdi? Ve
böylece James’in Batınî
İncili, sonrasında da İsa’nın çocukluğu incilleri, doğal bir ilerlemeyle
birbirlerini takip ederek ortaya çıktılar. Siyer
de tamamen aynıdır. Müslümanlar 7. yüzyılın sonu, 8. yüzyılın başlarında
sormaya başlamışlardı: Bu Muhammed kimdi? Nerede ve nasıl yaşamıştı? Bir gözü
de Kur’an’ın yorumlanmasında olan bu talep bir arz yarattı.
Bu yüzden,
tarihyazımı sorunlarıyla dolu olan Siyer
olmadan Kur’an’ı anlayamayız. Mısır’da, Hindistan’da ve daha bir çok yerde
sayısız müslüman, Protestan-stili (sola
scriptura) ile, sadece Allah’ın kelamı olan Kur’an ile ilerlemek istediler.
Ancak hepsi, Peygamber’in hayatı olmadan Kur’an’ı tek başına anlayabilmenin bir
yolu olmadığını anladılar. Dolayısıyla, klasik İslam’ın bütün sorunları yeniden
modern İslam’a dahil edildi. Peygamber yedinci yüzyılın adamıydı ve eski
çağlarda onun hayatı üzerine yazılmış kitaplar onu modern-öncesi ideallere göre
tanıtmışlardı. Şimdi 21. yüzyılda yaşıyoruz. 14 tane kadınla evlenmiş... hangi
müslüman hükümet hukukî açıdan böyle bir şeye tahammül edebilir? Bir utanç
vesilesi olurdu.
Bu külliyatta Peygamber’in
hayatı ile ilgili önemli görüş ayrılıkları var mı?
Elbette. Ne zaman
doğduğunu bilmiyoruz. Kendisine inen ilk vahiyi bilmiyoruz, farklı âyetler
verilmiş. Vahiy geldiğinde nerde olduğunu bilmiyoruz. Kudüs’e bizzat mı gitti,
yoksa ruhu mu gitti, yoksa rüyasında mı gitti? Miraç Mekke’de mi oldu, yoksa
Kudüs Yolculuğu’nun olduğu gece mi? Modern İslamî ders kitaplarında revaçta
olan (kanonik) anlatı var, ya da uyumlu hale getirilmiş. Ancak klasik İslam
anlatılarında durum böyle değildir. Büyük resim hariç, bir çok detayı
araştıramazsınız. Şiî’lerin kendi Siyer versiyonları
vardır, Sünniler ise bunu reddeder. Mesela, Muhammed’in hayatının sonuna doğru
gerçekleşen bir karşılaşma hikayesi vardır. Elini Ali’nin omzuna koyup, “Her
kim beni efendisi olarak kabul ediyorsa, onun için Ali efendidir” diyerek
liderliği ona devreder. Herkes bu olayın siyasi anlamından ötürü Şiîlerle
Sünniler arasında nasıl bir tartışma konusu olduğunu görür. Şiîler olduğunu
iddia ederler. Sünniler ise olayı tümden inkar ederler, veya Muhammed’in öyle
dediğini ya da elini Ali’nin omzuna koyduğunu inkar ederler. Elimizde Muhammed
hakkında ilk yüzyıldan kalma hiç bir yazılı eser bulunmadığı için 8. yüzyıldan
sonra yamanmış sözlü geleneklere mahkumuz, İbn İshak’ın hepsini devamlılık
arzeden anlatılar haline getirme çabası dahil. Ama bir çok araştırmacı da aynı
şeyi denedikleri için, şimdi elimizde Peygamber’in hayatının bir çok farklı
versiyonu ve karmaşık bir tablo var.
Geleneğin bir diğer ana unsuru
da hadisler. Onlar nasıl çıktı?
Hadisler, yani
Muhammed Peygamber’e atfedilen sözler, Sünnet’i oluşturan hammaddeyi temsil
eder. Buna Hadis diyoruz, yani devasa
bir hadisler külliyatı. Hukukla çok önemli ilişkisi vardır, bir çok soruya
cevap verebilmemizi sağlar. Alkol almamda bir sakınca var mı: Peygamber bu
konuda ne demiş? Orucumu gün içerisinde bozabilir miyim? Peygamber bu konuda ne
demiş? Evime girerken sağ ayağımla mı, sol ayağımla mı girmeliyim? Peygamber
nasıl yapmış? Yani Şeriat’ı kesin bir şekilde belirleyebilmek için Hadis’e
ihtiyaç vardı. Farklı gruplar belki de ta yedinci yüzyılın sonlarından itibaren
hadisleri toplamaya başlamışlardı. Ancak geniş bir ölçekte çoğalmaları 8.
yüzyılın sonu, 9. yüzyılın başları civarındadır. Şafi adlı ünlü bir hukuk
bilgini, müslümanların mükemmel adamın, yani Muhammed’in kurallarına göre
yaşamaları gerektiğini vurgulamıştır, çünkü İslam’ı kusursuz bir şekilde
uygulayabilmiş tek kişi odur. Dolayısıyla, önce onun Sünnet’i gelir: Muhammed
ne demiş, ne yapmış ve nasıl yaşamış. Eğer bir sorun Muhammed’in hadisinde
belirtilmemişse, Kur’an’da o sorun hakkında bir şey yazılmış olup olmadığına
bakılmalıdır. Eğer Muhammed ve Kur’an bir sorun hakkında anlaşmazlık
halindelerse, müslüman Muhammed’in dediğini ya da yaptığını takip etmelidir,
çünkü inanışa göre, onun sünneti de Allah’tan gelmiştir. Tabi müslüman âlimler
Hadis ve Kur’an arasında bir anlaşmazlık olabileceği fikrine tahammül etmediler.
Şafi doğru yaşamayı bu şekilde tanımlayınca, mümkün olduğunca çok sayıda sözü
toplama, ya da uydurma, ve Peygamber’e atfetme aciliyeti doğdu. Sonrasında da sahih olarak adlandırılmış hadislerin
toplandığı cilt cilt kitaplar ortaya çıkmaya başladı. Sahte hadisleri dikkate
almamak için çaba gösterildi. Ayrıca, Sahabelerin bir çok sözü de, Peygamberin
modelini izlemiş ya da söylediklerini ondan duymuş oldukları gerekçe
gösterilerek, Peygamber’e atfedildi. Dolayısıyla Hadis çok geniş bir ilim
külliyatı haline geldi. Ancak bir çoğu sonradan uydurulmuş olmalıdır, çünkü
İslam toplumundaki sorunlar hakkındadırlar. Mesela hükümdarlık yetkisinin kime
geçeceği, özgür irade ve kader gibi, Peygamber’in vefatından sonra ortaya
çıkmış bir çok konu.
Bu külliyatın sahihliği hiç
sorgulanmadı mı?
Sorgulandı tabi,
bir çok âlime bu yüzden yalancı denildi, hadisler uydurmakla suçlandılar. Teoride,
sapla samanı birbirinden ayıracak ciddi bir Hadis ilmi vardı. Bir kaynak kendi
içerisinde güvenilir olabilir, ancak Peygamber’e tek bir hat üzerinden
ulaşıyorsa çok fazla güvenilmemelidir, buna Âhâd denir. Ya da, bir başka kişi kendisine o hadisi
söyleyenin adını unutmuş olabilir, o da bi zayıflık ortaya çıkartır. Bazen de
bir hadisi ve onun Peygamberle olan ilişkisini uyduran kişi belirlenebilir,
çünkü tanışıp o hadisi duyduğunu söylediği kişiyle hiç karşılaşmamıştır vb.
gibi.
Hadis derlemelerinin çoğunda bu güvenilmez olanlar dahil edilmemiştir. Doğru, sağlaması yapılabilen hadislere Sahih (güvenilir) denir. Sayıları, dolaşımdaki muazzam sayıdaki hadislere oranla oldukça azdır. 9. Yüzyılda Buhari (870’te ölmüştür) kendi derlemesini oluşturduğunda, incelediği 70.000’e yakın hadisten sadece 4.800’ünün güvenilirliğini teyit edebildiğini söylemiştir, %10’u bile değil. Bu şekilde eski eserlerin araştırılıp, en uygun oldukları tespit edilmiş metinlerin dikkate alınması ve bunların ilahiyat okullarında ders kitabı olarak yerleşmeleri 300-400 seneyi bulmuştur. Daha önceleri her meşhur Hadis âlimi kendi derlemelerini yapardı. Buhari’nin avantajı, kendi derlemesinin diğerlerinden daha kısa oluşuydu. Sonraki âlimlerin derlemeleri gittikçe daha uzun, güvenilirliklerini teyitleri ise daha az olmuştur. Bir hadis bir kere dolaşıma girdiğinde, güvenilir veya sağlam olsun olmasın, eninde sonunda bazı âlimler tarafından kabul edilmiştir.
Hadis derlemelerinin çoğunda bu güvenilmez olanlar dahil edilmemiştir. Doğru, sağlaması yapılabilen hadislere Sahih (güvenilir) denir. Sayıları, dolaşımdaki muazzam sayıdaki hadislere oranla oldukça azdır. 9. Yüzyılda Buhari (870’te ölmüştür) kendi derlemesini oluşturduğunda, incelediği 70.000’e yakın hadisten sadece 4.800’ünün güvenilirliğini teyit edebildiğini söylemiştir, %10’u bile değil. Bu şekilde eski eserlerin araştırılıp, en uygun oldukları tespit edilmiş metinlerin dikkate alınması ve bunların ilahiyat okullarında ders kitabı olarak yerleşmeleri 300-400 seneyi bulmuştur. Daha önceleri her meşhur Hadis âlimi kendi derlemelerini yapardı. Buhari’nin avantajı, kendi derlemesinin diğerlerinden daha kısa oluşuydu. Sonraki âlimlerin derlemeleri gittikçe daha uzun, güvenilirliklerini teyitleri ise daha az olmuştur. Bir hadis bir kere dolaşıma girdiğinde, güvenilir veya sağlam olsun olmasın, eninde sonunda bazı âlimler tarafından kabul edilmiştir.
Arap fetihleri olarak nitelendirilen döneme
bakacak olursak, Donner ve diğerlerinin çok evrensel bir inanç olarak
betimlemesiyle, inancın silah zoruyla şaşırtıcı bir hızla yayılması arasında
bir boşluk göze çarpıyor. Ne olmuş olabileceği üzerine açıklamaların iki
versiyonu var gibi gözüküyor. Bir taraf, ki Donner da burda, çok az savaşın
olduğunu iddia ediyor, çünkü bu döneme ilişkin arkeolojik bulgularda yıkım
delillerine rastlanmıyor. Bazı şiddet içeren dönemler olmuş olabilir, ancak üstünde
durmaya değmez, ve bazı yağmalama olayları olmuşsa da bunu haydutlar yapmıştır.
Kennedy gibi bir tarihçiye göre ise, tam tersine, İslam’ın yayılmasının kökleri,
her erkeğin savaşçı olarak tanımlandığı, tamamen kabile akınlarına dayanan bir
Bedevi tarzı varlığının bulunduğu Arap yarımadasının, Muhammed tarafından birleştirilmesinin
yarattığı dinamiktedir. Kendisinin açıklamasına göre, bu bedevi kabileleri bir
kez ortak bir inançta birleştiklerinde, böyle akınlara artık izin verilmedi, ve
Bedevi savaşları, birbiri ardına yayılan fetihler olarak dışarıya yansıtıldı. Bir
üçüncü versiyon ise, Kennedy’nin yaklaşımının biraz değiştirilmiş hali, mesela
Patricia Crone’nun yazılarında görürsünüz, İslam’ın getirdiği yenilik, evrensel
inanç fikriyle evrensel bir imparatorluk fikrinin birleşmesidir. Daha önce de
İskender gibi, evrensel fatihler olmuştu ama bir inanç getirmiyorlardı. Daha
önce gelen evrensel inançlar da vardı, başta Hıristiyanlık olmak üzere, ama
evrensel imparatorluk fikrine bağlı değildiler. Bütün uzmanların birleştiği
nokta, fetihlerin toplu din değiştirmelerden önce geldiği, ve ancak 9. yüzyılın
sonuna doğru bugün Orta Doğu olarak bildiğimiz bölgenin nüfusunun çoğunluğunun
müslümanlaşmış hale geldiğidir. Bu yorumlar arasındaki denge hakkında sizin
görüşünüz nedir?
Eskiden İslam
fetihleri diyerek konuşmak adettendi ancak şimdi bunun yanlış bir isimlendirme
olduğunun farkındayız.
Bunlar Arap fetihleriydi, ya da Arabo-İslamî fetihler. Muhammed Arabistanın birliğini zor kullanarak sağladı, ki gelenek de bunu gizlemeye çalışmadı. Peygamber ölünce, yeni ittifaklar yarımadayı yeniden şekillendirebilecek güce sahiptiler. Birliğin dayandığı kabileler şimdi direnmeyi deniyorlardı. Ebu Bekir, yakın dönemde kurulmuş bu birliği bir arada tutabilmek için komutanlarını [üzerlerine] gönderdi. Ancak dirayetli bir lider olarak, seferlerinin yarattığı öfkeyi, Bedevilerin enerjisini yarımadanın ötesindeki topraklara salarak dışarıya yöneltti. Bu açıdan Arap fetihleri, daha önceki göçebe fetihlerinden Moğol ve Turkî dönemlerine kadar süregelmiş fetihlerin bir benzeridir. Görev alan savaşçıların temel dürtüsü yağmalamaktı. Arap savaşçıların çoğunluğunu çeken şey sadece ganimetti. Antik Dünya’nın yeni evrensel hakimleri olmak gibi bir düşünceleri yoktu.
Bunlar Arap fetihleriydi, ya da Arabo-İslamî fetihler. Muhammed Arabistanın birliğini zor kullanarak sağladı, ki gelenek de bunu gizlemeye çalışmadı. Peygamber ölünce, yeni ittifaklar yarımadayı yeniden şekillendirebilecek güce sahiptiler. Birliğin dayandığı kabileler şimdi direnmeyi deniyorlardı. Ebu Bekir, yakın dönemde kurulmuş bu birliği bir arada tutabilmek için komutanlarını [üzerlerine] gönderdi. Ancak dirayetli bir lider olarak, seferlerinin yarattığı öfkeyi, Bedevilerin enerjisini yarımadanın ötesindeki topraklara salarak dışarıya yöneltti. Bu açıdan Arap fetihleri, daha önceki göçebe fetihlerinden Moğol ve Turkî dönemlerine kadar süregelmiş fetihlerin bir benzeridir. Görev alan savaşçıların temel dürtüsü yağmalamaktı. Arap savaşçıların çoğunluğunu çeken şey sadece ganimetti. Antik Dünya’nın yeni evrensel hakimleri olmak gibi bir düşünceleri yoktu.
Ama olaylar öyle
bir zamanda gelişti ki, Arap akınları yarımadadan dışarıya tam da Antik
Dünya’nın iki süper gücünün güçlerinin tükendiği bir zamanda çıktılar. Bizans
ve İran imparatorlukları, birbirleriyle yarım yüzyıl süren, dini ihtilaflar ve
saray darbelerini de içeren bir dizi savaşlar yüzünden enerjilerini ve parasal
gelirlerini tüketmişlerdi. Dolayısıyla Araplar, yöredeki insanların bir şekilde
istikrar aradıkları bölgelere geldiler ve bir çok yerde Sasani ya da Bizans
baskısı altında kalmak yerine kendi yönetimlerine katlanmaya hazır toplumlar
buldular. Bu, fethedenler ganimetlerle ilgilenmediler anlamına gelmiyor. Ama
Filistin, Suriye, Mısır, Irak ve İran’ın bereketli toprakları ve zengin
kültürlerinde akıncılık mantığı değişti. Burdaki [mantık], bir diğer çöl
kabilesine saldırıp eline geçirdiğini çalıp kaçmak değildi. Bu toplumlar ve
şehirler çapuculuk yaparak kazanabileceklerinizden çok daha fazlasını ödeyebilecek
durumdalardı. Arap orduları Şam’a vardığında ortada iki gelenek vardı: Güç
kullanarak ele geçirmek, ya da belli bir ödeme karşığında şehre barışçıl bir
şekilde girmek. [Şam’da olan] muhtemelen
her ikisinin bir karışımıydı, ancak ele geçirme işlemi büyük bir savaş olmadan
gerçekleşti. Kudüs ödeme karşılığında barışçıl bir biçimde ele geçirildi.
Mısır’ın büyük kısmı da benzer bir şekilde düştü. En büyük istisna olarak Sasani ordusunun biraz savaştığı Irak ve İran görünüyor. Ama büyük olasılıkla dini etmenler de işin içine girmişti. Arap fetihleri Suriye ve Mısır’da daha az dirençle karşılaşmışlardı, çünkü orda [fetihleri] taşıyan dini inançlar, fethedilen toplumların inançlarına çok yakındı, ki bu Donner’ın argümanına da uyuyor. O zamanlar Irak’ın hemen hemen tamamı Hıristiyan ya da Yahudiydi, ancak [ülke] Zerdüşt kültlüğü bir başka dini evrene ait olan İran imparatorluğunun kontrolü altındaydı.
Mısır’ın büyük kısmı da benzer bir şekilde düştü. En büyük istisna olarak Sasani ordusunun biraz savaştığı Irak ve İran görünüyor. Ama büyük olasılıkla dini etmenler de işin içine girmişti. Arap fetihleri Suriye ve Mısır’da daha az dirençle karşılaşmışlardı, çünkü orda [fetihleri] taşıyan dini inançlar, fethedilen toplumların inançlarına çok yakındı, ki bu Donner’ın argümanına da uyuyor. O zamanlar Irak’ın hemen hemen tamamı Hıristiyan ya da Yahudiydi, ancak [ülke] Zerdüşt kültlüğü bir başka dini evrene ait olan İran imparatorluğunun kontrolü altındaydı.
Bu zıtlığın bir
yansımasını İslam hukukunda görüyoruz. Suriye ve Mısır’daki topraklar teknik
olarak müslüman malı olmadılar, çoğunlukla müslümanlara cizye[6]
ödeyen yerel toplumların malı olarak kaldılar. Ama Irak ve İran’da toprak
müslümanların malıydı, buraları zor kullanarak fethettiler. Bu da, Orta
Doğu’daki diğer yerlerde Arap fetihlerinin daha az şiddet kullanılarak
tamamlandığına dair güçlü bir kanıt. Donner yaygın bir yıkıma dair arkeolojik
delillerin yokluğuna işaret etmekte haklı, ki istilanın boyutlarını
düşündüğümüzde çok şaşırtıcı. Uzun bir süre bir yıkım katmanının Arap
ordularının işi olduğu sanıldı, ancak bunun İranlıların 614’teki fethilerinden
kalma olduğu araştırmalarla ispatlandı. Fetihleri şu şekilde görmek daha doğru
olur: Savaşçı kabileler, başlangıçta oldukça geleneksel yöntemlerle, muhtemelen
aşırı nüfustan muzdarip yarımadadan dışarı yayıldılar, ancak sonra hazırlıklı
olmadıkları bir sosyal coğrafyayla karşı karşıya geldiler.
Araplar Verimli
Hilal ve Mısır’a vardıklarında, şimdi artık yönetmek zorunda oldukları bu
bölgelerde azınlıkta olduklarının farkına vardılar... sadece dini değil, aynı
zamanda etnik olarak da. Arabistan’a geri dönmek istemediler. Mekke, Şam’a,
Mısır’a, Irak’a giden kabilesi tarafından çoğunlukla terkedilmişti. Mekke ve
Medine’nin asıl sakinlerinin çok azı geride kaldılar. Bu diğer bir çok yerleşim
yerinde de geçerliydi.
Arap toplumu ve ekonomisi fazla bir şey sunmuyordu, yarımada kuraktı, halkı fakirdi. Şimdi ise miras aldıkları iki imparatorluğun saraylarının ve şatafatlarının zevkine varmaktaydılar. Ne diye çöle geri gitsinler? Dolayısıyla Araplar etnisite, dil ve din bakımından azınlıkta olduklarını bildikleri halde fethettikleri topraklara yerleştiler. Geleneksel İslam tarihi, bu dönemde İslam’a dönmenin yasaklandığını söyler. Bu da fetihlerde dini nedenlerin ne kadar az yer tuttuğunu gösteriyor: Batı’da yaygın olarak düşünülen, bir elinde Kur’an öbür elinde kılıç tutan savaşçılar imgesinin tam tersi. (zaten Kur’an’ı sadece sağ elinizle tutmanız gerektiği için bütün o Arap savaşçıların solak olmaları gerekirdi!) Gerçekte Suriye, Mısır ve Irak nüfusunun büyük çoğunluğu 9. ya da 10. yüzyıla dek Hıristiyan olarak kaldı (ciddi bir Yahudi varlığı da vardı). İran toplumu yerel seviyede 9. yüzyıla kadar Zerdüşt ya da Hıristiyan olarak kaldı. Din değiştirmeler başladığında, bu zorlamalardan ziyade rahatlık sebebiyle oldu. Hükümet ya da ordudaki görevlere, ya da sadece müslümanlara açık bütün değişik iş ya da hizmetlere girebilmek için.
Arap toplumu ve ekonomisi fazla bir şey sunmuyordu, yarımada kuraktı, halkı fakirdi. Şimdi ise miras aldıkları iki imparatorluğun saraylarının ve şatafatlarının zevkine varmaktaydılar. Ne diye çöle geri gitsinler? Dolayısıyla Araplar etnisite, dil ve din bakımından azınlıkta olduklarını bildikleri halde fethettikleri topraklara yerleştiler. Geleneksel İslam tarihi, bu dönemde İslam’a dönmenin yasaklandığını söyler. Bu da fetihlerde dini nedenlerin ne kadar az yer tuttuğunu gösteriyor: Batı’da yaygın olarak düşünülen, bir elinde Kur’an öbür elinde kılıç tutan savaşçılar imgesinin tam tersi. (zaten Kur’an’ı sadece sağ elinizle tutmanız gerektiği için bütün o Arap savaşçıların solak olmaları gerekirdi!) Gerçekte Suriye, Mısır ve Irak nüfusunun büyük çoğunluğu 9. ya da 10. yüzyıla dek Hıristiyan olarak kaldı (ciddi bir Yahudi varlığı da vardı). İran toplumu yerel seviyede 9. yüzyıla kadar Zerdüşt ya da Hıristiyan olarak kaldı. Din değiştirmeler başladığında, bu zorlamalardan ziyade rahatlık sebebiyle oldu. Hükümet ya da ordudaki görevlere, ya da sadece müslümanlara açık bütün değişik iş ya da hizmetlere girebilmek için.
Cihat konsepti fetihlerde nasıl düşünüldü, ya da
var mıydı? Crone, misyoner savaşından bahsediyor ve “inananın en önde gelen
görevi İslam için savaşmaktı” diye iddia ediyor. Sizce bu bir hata mı?
Elimizde ‘cihat’ın
asıl kullanımı hakkındaki tek delil Kur’an’dan gelme. Kur’an’da bu terim ve
c-h-d kökleriyle türetilmiş türevleri şu iki anlamdan bir tanesine sahiptir:
Bir çaba için gayret göstermek, ya da Allah’ın yolunda savaşmak. İlki herhangi
bir çaba için uğraşmayı gösterebilir, ders çalışmak için ya da iyi bir insan
olmak için çaba gösterirsiniz: Terimin Arapça’daki temel anlamı, ‘bir çaba için
gayret etmek’tir.
Ama bu terimin, dile artık iyice yerleşmiş bir dini anlamı da vardır: Allah yolunda mücadele etmek, çoğu kez de savaşarak. Ta başlangıçtan itibaren ordadır. Kur’an cihadı bu anlamıyla kullandığında konu her zaman müslüman toplumunu tehdit eden bir tehlike ile harp etmektir. Muhammed Medine’de saldırıya uğradığında ve karşı saldırıya geçtiğinde cihat, karşılaştığı mücadeleye karşı ideolojik bir yanıttı. Bu illa savunmaya yöneliktir anlamına gelmiyor. Peygamberle rakipleri arasındaki karşılıklı düşmanlığın ortaya çıkardığı bir sonuçtu.
Ama bu terimin, dile artık iyice yerleşmiş bir dini anlamı da vardır: Allah yolunda mücadele etmek, çoğu kez de savaşarak. Ta başlangıçtan itibaren ordadır. Kur’an cihadı bu anlamıyla kullandığında konu her zaman müslüman toplumunu tehdit eden bir tehlike ile harp etmektir. Muhammed Medine’de saldırıya uğradığında ve karşı saldırıya geçtiğinde cihat, karşılaştığı mücadeleye karşı ideolojik bir yanıttı. Bu illa savunmaya yöneliktir anlamına gelmiyor. Peygamberle rakipleri arasındaki karşılıklı düşmanlığın ortaya çıkardığı bir sonuçtu.
Bunun tersine,
Arap fetihleri bizim kaynaklarımızda genelde cihat örneği olarak
gösterilmezler. Arapçası ‘fütuh’tur,
ki kelime anlamı fetihler demektir. Hatta Ebu Bekir dönemindeki seferler
sırasında, [bu işlerden] soğumuş
kabileleri, Peygamber’in ölümünün ardından onunla beraber imzaladıkları
anlaşmaya geri çağırmak için başka bir terim de kullanılmıştır. Bu riddah, yani dinden dönmeye karşı bir
savaştı. Ancak İslam dünyasının merkezi kuzeye Yakın Doğu’ya kayınca, ve 661’de
Emeviler iktidara gelince, yayılmacı bir Arap imparatorluğu kuruldu. Bizans’ın
gücüyle ve eski Sasani İmparatorluğu’ndan arda kalanlarla çatıştılar,
Afganistan’a, Kuzey Afrika’ya, hatta İspanya’ya kuvvetler yolladılar. Artık bu fütuh değildi: Şimdi bu cihattı. Bazı başarılı modern araştırmalar
Emevi İmparatorluğunu, İslam dünyası ile İslam-dışı dünya arasında yeni bir
çeşit çatışmayı başlatan bir cihat
devleti olarak incelediler. Burda ilk defa darülislam
ile darülharb arasında bir cihat
görüyoruz. Bu iki kavram daha önce yoklardı.
Müslüman
yayılması sırasında görülenin tersine Abdülmelik, kendisine saldırmamaları için
Bizanslıların toprak isteğini ve onlara haraç ödeme koşulunu kabul etmişti,
çünkü İslam dünyasının içerisindeki rakipleriyle savaşmakla meşguldu. Bunun
sonucunda, her sene kafirlere karşı sefere çıkmayı gerektiren yeni bir önleyici
cihat ülküsü ortaya çıktı. Abdülmelik’ten sonra bazı âlimler, Halife’nin senede
bir defa cihat etme zorunluluğu olduğunu iddia ettiler.
Ama 8. yüzyıl ortalarında Abbasiler Emevi iktidarını devirdiklerinde, yönetmesi zor devasa bir imparatorluğu miras aldılar. Bu seferler çok pahalıydı ve ilgilerini dağıtıyordu. Bu âlimler tarafından ezilmek istemedikleri için, kendi âlimlerini kiraladılar ve cihadı bireysel değil kolektif bir vazife olarak yeniden tanımladılar. Bu, uygulamayı da değiştirdi. Örnek vermek gerekirse: dua bireysel bir vazifedir, babanız ya da oğlunuz sizin adınıza dua edemez. Kendiniz etmek zorundasınızdır. Eğer etmezseniz Allah’a karşı günahtır ve ceza alırsınız. Öte yandan fırıncılık bireysel bir görev değildir, herkes fırıncı olmak zorunda değildir. Ama eğer bir kaç kişi fırıncı olmaya karar verirse, herkese yetecek kadar ekmek pişirebilirler. Cihat da yeniden bir meslek gibi tanımlandı: Eğer bir kaç kişi yeterince yaparsa, bu toplumun ihtiyaçlarını karşılar, kalanların üstüne bir görev olarak düşmez.
Ama 8. yüzyıl ortalarında Abbasiler Emevi iktidarını devirdiklerinde, yönetmesi zor devasa bir imparatorluğu miras aldılar. Bu seferler çok pahalıydı ve ilgilerini dağıtıyordu. Bu âlimler tarafından ezilmek istemedikleri için, kendi âlimlerini kiraladılar ve cihadı bireysel değil kolektif bir vazife olarak yeniden tanımladılar. Bu, uygulamayı da değiştirdi. Örnek vermek gerekirse: dua bireysel bir vazifedir, babanız ya da oğlunuz sizin adınıza dua edemez. Kendiniz etmek zorundasınızdır. Eğer etmezseniz Allah’a karşı günahtır ve ceza alırsınız. Öte yandan fırıncılık bireysel bir görev değildir, herkes fırıncı olmak zorunda değildir. Ama eğer bir kaç kişi fırıncı olmaya karar verirse, herkese yetecek kadar ekmek pişirebilirler. Cihat da yeniden bir meslek gibi tanımlandı: Eğer bir kaç kişi yeterince yaparsa, bu toplumun ihtiyaçlarını karşılar, kalanların üstüne bir görev olarak düşmez.
Ücretleri
Abbasiler tarafından ödenen bu âlimlerin tefsir ettiği bu öğreti, cihadı her
bireyin görevi olarak belirten bir önceki tanımlamayı tercih eden bir çok diğer
âlimi kızdırdı. Halifenin kendisi bizzat çağırmasa bile, silahını kapıp sınır
boyuna savaşmaya gitmek her müslümanın göreviydi. Bu yüzden Abbasilerin ilk
dönemlerinde, ta Orta Asya’dan uzun bir yolculuk yapıp Bizans sınırına
savaşmaya giden, henüz İslam’ı yeni kabul etmiş Türk savaşçılar vardı, çünkü
halifelerin yapmaktan kaçındığı bu görevi orada uygulayabilirlerdi. Cihadı
yeniden tanımlamanın sebebi onu ehlileştirmekti. Cihat ilan etme yetkisi bir
kez sadece Halife’ye verilince, kendisi bunu yapmamak için bir milyon bahane
bulabilirdi. Elbette devlet gerektiğinde her zaman çağrıda bulunabilirdi, ama
çoğu kez Abbasilerin bunu yapmaya hiç niyeti yoktu. İslam dünyası ile Bizans ve
Hindistan arasındaki ticaretin gelişme dönemiydi, ve her delinin çıkıp ‘cihada
gidiyorum çünkü bunlar kafir’ diyerek bu
ticareti sekteye uğratmalarını istemiyorlardı.
Peki ya Gaznelilerin
Hindistan’daki seferleri?
İstisnalar
mevcuttu. Doğu İran’ın bazı bölgelerinden, Afganistan’ın büyük bölümüne ve Orta
Asya içlerine kadar yayılmış Gazneliler, Abbasi Halifeliği ile görünürde
ittifak halinde olmalarına rağmen aslında Bağdat’tan özerktiler. Etnik olarak
Gaznelilerin çoğunluğu Afgan olup Türk, Özbek ve Kazaklar da karışıma dahildi.
10. yüzyıl sonu 11. yüzyıl başlarında en meşhur yöneticileri Gazneli Mahmut
cihat adına Hindistan’ı 17 defa işgal edip tapınaklarını yıktı ve tapınaklarını
ve şehirlerini talan ederek Alt Kıta’da Hindular ve Müslümanlar arasında bugün
dahi hatırlanan bir düşmanlık mirası bıraktı. Ama bu Abbasilerin kontrolünün
dışındaydı.
Haçlı Seferleri cihat
fikrilerini Orta Doğu’da yeniden canlandırmadılar mı?
Kesinlikle. Çünkü
Haçlı Seferleri İslam Dünyasına büyük bir meydan okumaydı: biz en son kurtuluş
dini olduğumuzu düşünüyorduk, ama şimdi Hıristiyanlar gelip İslam dünyasının
kalbindeki bölgeleri işgal edip ele geçiriyorlar, Mekke’nin dahi düşebileceği
paniğini yaratıyorlar.
Bizi ortadan kaldıracaklar mı? Tepki böyleydi. Bu yüzden, cihadı bir kez daha her bireyin üstüne düşen görev olarak düzenleme girişimlerini görmeye başlıyorsunuz. Cihat ilan etme yetkisi halifelere mahsustu ama halifeler popolarının üstüne oturmuş hiç bir şey yapmamaktaydılar. Kudüs 1099’da Haçlılar tarafından fethedildiğinde, bir âlimler delegasyonu Abbasi halifesine, cihat ilan etmesini ve Kudüs’ü geri almaya yardım göndermesini rica etmek için Bağdat’a doğru yola çıktı (işin ironik yanı Kudüs ya da Suriye’den değillerdi.) Geleneğin anlatımına göre, delegeler Ramazan ayında vardılar ve oruçlarını bilerek gündüz herkesin içinde bozdular. Büyük bir şok yaratmak için işlenmiş büyük bir günah! “Kaybımız, yaptığımızı gördüğünüz şeyden çok daha büyüktür.” Abbasi halifesi tamamen kayıtsız kaldı.
Bizi ortadan kaldıracaklar mı? Tepki böyleydi. Bu yüzden, cihadı bir kez daha her bireyin üstüne düşen görev olarak düzenleme girişimlerini görmeye başlıyorsunuz. Cihat ilan etme yetkisi halifelere mahsustu ama halifeler popolarının üstüne oturmuş hiç bir şey yapmamaktaydılar. Kudüs 1099’da Haçlılar tarafından fethedildiğinde, bir âlimler delegasyonu Abbasi halifesine, cihat ilan etmesini ve Kudüs’ü geri almaya yardım göndermesini rica etmek için Bağdat’a doğru yola çıktı (işin ironik yanı Kudüs ya da Suriye’den değillerdi.) Geleneğin anlatımına göre, delegeler Ramazan ayında vardılar ve oruçlarını bilerek gündüz herkesin içinde bozdular. Büyük bir şok yaratmak için işlenmiş büyük bir günah! “Kaybımız, yaptığımızı gördüğünüz şeyden çok daha büyüktür.” Abbasi halifesi tamamen kayıtsız kaldı.
Bu yüzden
gittikçe daha fazla sayıda kişi, “yöneticilere bağımlı kalamayız, kafirler ile
savaş yeniden bireysel bir görev olarak geri getirilmelidir” diye tartışmaya
başladı. Haçlılar döneminde cihat üzerine yazılan kitap sayısı, o dönemden
önce ve o dönemden beri aynı konu üzerine yazılan kitap sayısından fazladır.
Bunlar yöneticilere yakın aktivist âlimler tarafından yazılmışlardı. Bu
yöneticiler arasından en önemlisi Türk prensi Halepli Nurettin’di (1118-74).
Batıda Selahattin bilinir, kendisi Nurettin’in komutanlarından birinin
yeğeniydi. Ama Selahattin’in önderliğinde Haçlı Krallığının sonunu getiren
yenilgilere yol açan stratejiyi ve vizyonu ortaya koyan aslında Nurettin’di.
Cihat ideolojisi bu dönemde gelişti. Yine bu dönemde diğer müslümanlara karşı,
özellikle Şiî’lere, ama sapkın Sünnilere karşı da, ilk defa kullanılmaya
başlandı. Dolayısıyla İbn Taymiyya (1263-1328) gibi bir düşünüre baktığımızda,
ki kendisinin Bin Ladin ve modern militanlar üzerindeki etkisi büyüktür, onun
uzlaşmazcılığı özgün değildir. Müslümanlara karşı daha erken bir tarihte ortaya
çıkmış bir tahammülsüzlüğün enerjisini yansıtır.
O dönemde âlimler, kafirlerin işgaline müslümanlar arasındaki ayrılığın sebep olduğunu öne sürmeye başlamışlardı: “Gerçek problem içimizdeki düşmanlardır, dışımızdakiler değil. Eğer birleşirsek Haçlıları yenebiliriz. Bizi zayıflatan içimizdeki bu unsurlardır.” Bu bakış açısı, daha Haçlılar hala ordayken, Moğolların Orta Doğu’ya akıp 1258’de Bağdat’ı yağmalaması ve Şam ve Halep’te katliamlar düzenlemesi ile daha önce görülmemiş bir seviyeye çıktı. Türk kölelerin ordusu olan Memlükler, onları kuzey Filistin’deki Ayn Calut’ta durdurduklarında Moğollar Mısır’ı almak üzereydiler.
O dönemde âlimler, kafirlerin işgaline müslümanlar arasındaki ayrılığın sebep olduğunu öne sürmeye başlamışlardı: “Gerçek problem içimizdeki düşmanlardır, dışımızdakiler değil. Eğer birleşirsek Haçlıları yenebiliriz. Bizi zayıflatan içimizdeki bu unsurlardır.” Bu bakış açısı, daha Haçlılar hala ordayken, Moğolların Orta Doğu’ya akıp 1258’de Bağdat’ı yağmalaması ve Şam ve Halep’te katliamlar düzenlemesi ile daha önce görülmemiş bir seviyeye çıktı. Türk kölelerin ordusu olan Memlükler, onları kuzey Filistin’deki Ayn Calut’ta durdurduklarında Moğollar Mısır’ı almak üzereydiler.
Tarih sahnesine
çıktıklarının ilk 40-50 yılında Memlüklerin mücahitliği, kendilerinden
öncekilere göre çok daha aktifti. Moğollar geri çekildikten sonra Haçlılarla
savaştılar. Ancak Moğol tehlikesi geçip Haçlıları da defettikten sonra
Memlükler Abbasi tarzına döndüler, saray hayatının keyfine varmaya başladıkça
cihadı unuttular, muazzam bir baharat ticaretini idare ettiler ve başta Venedik
olmak üzere İtalyan şehir-devletleriyle ticaret yaptılar. Ancak Memlükler
cihatla ilgilenmeyi bıraktıkları halde, Abbasiler’in yapığı gibi bir grup âlimden
bir kurul oluşturup önceki iki yüzyılda geliştirdikleri doktrini bozmadılar.
Dolayısıyla Haçlılar döneminden kalma son cihat faaliyetleri, itiraz eden bir
ses çıkmadan, ana akım Sünni geleneğinde tekrar faaliyete geçirilebilecek bir
kaynak olarak kaldı. Abbasilerin kolektif sorumluluk doktrininin aksine, daha
sonraki bu cihat ideolojisinin itibarı hiç bir zaman düşürülmedi. Dolayısıyla
bugün bir ilahiyat fakültesine giderseniz öğretilen cihat formülasyonu budur.
Ama öte yandan Osmanlı Devleti’nin güçlü bir cihat
ideolojisi yok muydu? Emeviler gibi her sene küffara karşı sefere çıkmıyorlar
mıydı?
Osmanlılar Haçlı Seferleri döneminin cihat kültürünü öğrenip aldılar ve bu bayrağın altında uzun süre Bizanslılara karşı savaştılar. Türkçedeki gazi terimi mücahit kelimesiyle eş anlamlıdır. Bazı modern Osmanlı revizyoncuları bizi gazilerin aslında cihat etmediklerine iknaya çalışıyorlar. Bu tarihsel bir saçmalıktır ve Türkiye girebilsin diye AB’nin hoşuna gidecek bir Osmanlı geçmişi icat etme arzusuyla şekillenmiştir. Türk ordusunda Hıristiyan yardımcıların var olmuş olması, Osmanlıların cihat etmedikleri anlamına gelmez. Arap fetihleri bile ilk zamanlarında bazen Hıristiyan güçleri kullandı, bir Ermeni ordusu Bizanslılara karşı Araplarla aynı safta savaştı. Farklı bir inançtan olan grupları orduya ekleyerek kullanmak, o inanca hoşgörü gösterildiği anlamına gelmez. O dönemin Türk toplumu hala aşiret düzeninde, cihat ideolojisini içselleştirmiş bir toplumdu. Ancak doktrini geliştiremediler, bunu becerebilecek bir konumda değilledi. Osmanlının dini âlimleri kendilerini zayıf hissediyorlardı çünkü bir kaç tanesi hariç diğerleri Arapçayı çok iyi konuşamıyorlardı. Osmanlılar İstanbul’a Arap hukuk uzmanları getirttiler ama kendi dini otoritelerini İslam dünyasına kabul ettirmeleri zaman aldı. Tabi devasa bir imparatorluğu yönetmek zorunda kaldıkları zaman durgunlaşmaya başladılar ve cihat azaldı.
Balkanlara yaptıkları büyük seferler, 1683 gibi
geç bir dönemdeki Viyana kuşatması, cihat olarak görülmüyor muydu?
Darülislam ve
darülharb’in geride bıraktığı dürtü hala ordaydı. O zamanlara gelindiğinde
Osmanlılar dikkatlerini Mısır ve Suriye’den ziyade, ait olduklarını düşünmeye
başladıkları Avrupa’ya yöneltmişlerdi.
Ama 16. yüzyılda Osmanlı cihadının esas hamlesi Safavi İran’a karşıydı. İran’ı fethetmek gibi bir niyetleri yoktu, Safaviler onlar için bir ödül değil, tehditti. Güneydoğu Anadolu’daki kalabalık Şiî nüfus Osmanlıları ürkütüyordu ve Safaviler de Şiî oldukları için bir sorun olarak görülüyorlardı. Bunun getirdiği sonuç, Osmanlı topraklarını ikiye bölebileceği korkusuyla kendi toprakları üzerindeki Safavi etkisine karşı önleyici bir Osmanlı düşmanlığıydı. Doğu Anadolu’da Kızılbaş olarak adlandırılan Şiîlere karşı bir çok askeri sefer düzenlediler. (Kızılbaş kelimesi muhtemelen eski bir Yunan adeti olan kırmızı başlık giyiminden geliyor.)
Ama 16. yüzyılda Osmanlı cihadının esas hamlesi Safavi İran’a karşıydı. İran’ı fethetmek gibi bir niyetleri yoktu, Safaviler onlar için bir ödül değil, tehditti. Güneydoğu Anadolu’daki kalabalık Şiî nüfus Osmanlıları ürkütüyordu ve Safaviler de Şiî oldukları için bir sorun olarak görülüyorlardı. Bunun getirdiği sonuç, Osmanlı topraklarını ikiye bölebileceği korkusuyla kendi toprakları üzerindeki Safavi etkisine karşı önleyici bir Osmanlı düşmanlığıydı. Doğu Anadolu’da Kızılbaş olarak adlandırılan Şiîlere karşı bir çok askeri sefer düzenlediler. (Kızılbaş kelimesi muhtemelen eski bir Yunan adeti olan kırmızı başlık giyiminden geliyor.)
Bu da ümmetin kendi arasında Şiîler ve Sünniler
şeklinde bölünmesi hakkındaki gerçekten büyük soruyu akla getiriyor. Bölünmenin
orijinal tabiatını nasıl tanımlıyorsunuz? Fetihlerden sonra nispeten hafifleyen
hilafet konusundaki ihtilaf üzerine başlayan iç savaştaki aşırı vahşetin nedeni
neydi?
Hilafet konusu,
Peygamber 632 yılında ölür ölmez ortaya çıkmıştı. Geleneksel İslam anlayışı
bizden, ilk çatlağın bu noktada ortaya çıktığına inanmamızı bekliyor. Ama
aslında işlerin bu noktaya gelmesi epey süre aldı. Dokuzuncu yüzyıl öncesinde
bir Sünnilik ya da Şiîlikten pek bahsedemeyiz. Proto-Şiîlik olarak
nitelendirilebilecek şey bir siyasi anlaşmazlık olarak başladı: Bu grubun
düşüncesine göre Muhammed’in halefi Ali olmalıydı çünkü onun kuzeni, ve kızı
Fatma’nın kocasıydı. Ancak hilafet konusuna yakından bakarsak, bunun ciddi bir
argüman olarak kullanılamayacağını görüyoruz. Eğer Ali’nin halef olmasını
isteyen gruplar vardıysa bunu sebebi başkaydı. Böyle diyorum, çünkü ilk beş
halifenin çok açık olan ortak bir tarafı var, ki bu kadar bariz olmasına rağmen
tarihçiler farketmemiş görünüyorlar. İlk iki halife Peygamber’in
kayınpederleriydi: Ebu Bekir Ayşe’nin, Ömer ise Hafsa’nın babasıydı ve her iki
kadın da Muhammed’le evlenmişlerdi. Üçüncü halife Osman, Peygamber’in
kızlarından ikisiyle evlenmişti, o yüzden lakabı Zi'n-Nureyn, yani ‘iki nur sahibi’dir. Her ikisiyle
de aynı anda mı, yoksa ayrı ayrı mı evlendiği konusu epey tartışılmaktadır,
çünkü İslam hukukunda iki kız kardeşle aynı anda evlenmek yasaktır. Biriyle
evlenip, boşanıp, sonra diğeriyle evlenebilirsiniz, ancak aynı anda her
ikisiyle de evli olamazsınız. Bu kural konmadan önce, kuralın bir istisnası
olup olmadığı üzerine tartışmalar vardır. Sonra Ali gelir, Muhammed’in kızı
Fatma ile evlidir. Ondan sonra da kız kardeşi [Ç.N. Ümmü Habîbe] Peygamber ile evlenmiş olan Muâviye
gelir. Yani ilk beş halifenin hepsi Peygamberle hısımdılar. Bu, kabile öncelik
sırası kurallarına göre bir hilafet değilse nedir? Hiyerarşi kayınpederlerle
başlayıp, ordan damatlara ve en son kayınbiradere geliyor.
Osman 656 yılında
bir suikast sonucu öldürülünce, Ali bu kasvetli ortamda dördüncü halife oldu.
Kısa süren yönetiminde sadece Peygamber’in kızı Ayşe ile savaşmakla kalmayıp,
Peygamber’in iki yakın yol arkadaşını, Zübeyir ve Talha’yı da öldürdü. Bunlar,
yanlış yapamayacakları için doğrudan cennete gideceklerine inanılan,
Peygamber’e en yakın olan 10 yoldaşından ikisiydiler. Ancak Ali, bu on kişiden
birisi olmasına rağmen, diğer ikisini öldürdü. Osman’ın ölümünden sonra gelen
bu olay çok büyük dini sorulara sebep oldu. Bu üç kişi arasında hata yapan
kimdi? Dahası, Ali’yi destekleyen grubun, sonradan Hariciler olarak adlandırılan bir kısmı, Ali’yi Kur’an’a karşı
gelen bir kafir olmakla suçlayarak isyan edip onu öldürdüler. Ali’nin 661’deki
ölümünün ardından, onun Osman’ın katillerini koruduğunu düşünerek hilafetini
reddeden Muâviye’nin halife olarak seçilmesi doğaldı, çünkü Peygamber’in
kayınbiraderi olması ona cemaat içerisinde meşruiyet sağlıyordu.
Muâviye 680’de
öldüğünde, Peygamber’in doğrudan hısmı olan hiç kimse kalmamıştı. Muâviye
hilafetin oğlu Yezid’e geçişini ayarladı. Bu daha önce İslamiyet’te hiç
yapılmamış bir şeydi ve yeni bir geleneği doğurdu: Yönetimin babadan oğula
geçmesi. Ali ve Fatma’nın ufak oğlu Hüseyin de dahil olmak üzere bir çok kişi
buna karşı çıktı. Ancak Ali’nin büyük oğlu Hasan’a, herhangi bir hak iddiasında
bulunmaması ve Yezid’i kabul etmesi için rüşvet verilince, Hüseyin bir çeşit
ayaklanmayla karşı çıkmak için abisinin ölümünü beklemek zorunda kaldı. Bu
isyandaki rolü tam olarak neydi bilemiyoruz, ancak Kûfe’ye gelip Emevilere
karşı bir isyana girişmesi için babasının takipçileri tarafından ikna edilmiş
gibi görünüyor, ki bu da o tarihte orda bir proto-Şiî cemaatinin olduğuna
işaret. Yezid bunu öğrenince, Irak’taki komutanına Hüseyin’i pusuya düşürüp
öldürmesini emretti. Hüseyin’in başı Şam’a getirilip kendisine sunuldu. Hüseyin
Peygamber’in torunuydu ve bu olay Yezid’in itibarını ilelebet lekeledi.
Sonrasında ortaya çıkan gelenekler arasındaki
garip asimetriye de bu mu sebep oldu? Şiîlerde Muâviye ve Yezid’in hainliği ile
ilgili muazzam sayıda hikaye varken, Sünni tarafında Hüseyin hakkında
kıyaslanabilir karşıt hikayeler yok.
Evet, her ne
kadar Yezid bir proto-Sünni karakter olsa da, onun hakkında pek konuşmak istemezsiniz,
resmin dışında tutmak isteyeceğiniz birisidir. Onu kınayamazsınız, ama kolayca
kabul de edemezsiniz. Haçlılar döneminde, kafirlere karşı cihada önderlik eden
ve hadisleri naklederek Peygamber’in sünnetini koruyan bir lider olarak imajını
temizleme girişimleri oldu. Ama öncesinde, Abbasiler buna hiç ilgi duymadılar. Şimdi
artık görebiliyoruz ki, tarihsel olarak, İslam’ın meşruiyetini Ali’nin birinci,
Hüseyin’in üçüncü olduğu İmamlar sıralaması üzerinden yeniden tasavvur eden
dini bir hareketin yaratılışını tetikleyen olay Hüseyin’in ölümüydü. Her ne
kadar kendisi hakkında bildiklerimizin çoğu tarihi olmaktan ziyade rivayet olsa
da, erken Şiîliği bir inanç sistemi olarak şekillendirmiş görünen kişi, 8.
yüzyıl ortalarında faaliyet göstermiş ve Ali’nin soyundan gelme bir âlim olan
altıncı İmam Câfer-i Sâdık idi. Kendisi cihat ideolojisini bir tarafa bırakıp,
dindarları cemaat ile ilgilenmeye ve kutsal metnin bilgisini aktarmaya teşvik
etmiştir.
Ölümünden önce Sâdık,
oğlu İsmail’in bir sonraki İmam olacağını ilan etti. Ama İsmail babasından önce öldü ve bunun üzerine Sâdık diğer oğlunu halefi ilan
etti. Ancak İsmail’in halef olacağını zannederek onun etrafında toplanan bir grup
maiyeti bunu reddetti. Bir sonraki İmamı bir kez ilan edince artık bunun geri
alınamayacağını ve İsmail’in oğlunun şimdi babasının yerini alması gerektiğini
öne sürdüler. Bunun sonucu da, Şiî cemaatinde bir bölünme ve İsmaili mezhebinin
doğuşu oldu. İsmaililer Yediciler
olarak da adlandırılırlar, çünkü İsmail’in Yedinci İmam olduğuna inanırlar.
Diğer çizgideki İmamlar, Onikinci İmam’ın kayboluşu ile sona erer, çünkü Onikici Şiîler halen onun mucizevi dönüşünü
beklemektedirler. Alavîler [Ç.N. Türkiye’deki Alevilerle karıştırılmamalıdır]
Onikinci İmam’ın yaşamış olduğuna inanmayıp Onbirinci’de kalmışlardır. Bir
zamanlar İran’ın Kuzey Batısında ve diğer yerlerde yaşayan, bugün ise Yemen’de
çoğunluğu oluşturan Zeydîler ise İmamlığın Ali ve eşi Fatma’nın soyundan gelenlerle sınırlandırıldığına inanmazlar.
Onlara göre Ali’nin neslinden olan herkes
İmam olabilir, dolayısıyla bu alanı, soyları Ali’nin beş kölesinden olan diğer
çocuklarına dayananlara da açarlar. Ancak İmam’ın kendini savaş meydanında ve âlimler
toplumu içerisinde ispat etmesi şartını getirirler. Elimizde sekizinci yüzyıl
sonunda, kendine has Şiî bir mezhep oluşturulmasından bahseden Zeydî İmamlar
tarafından yazılmış bir çok eser vardır. O dönemde Şiîlik dini bir kimlik
olarak kök salmaya başlamıştı.
Sünnilik inancı sonradan bir
tepki olarak mı doğdu?
Hayır, proto-Sünniliğin Şiîliğe bir cevap olarak kendi
varlığının farkına varışı da aynı dönemdeydi. Ancak başlangıçta Sünnilik, her âlimin
yeni bir fıkıh mezhebi oluşturup Sünni diye adlandırabildiği kaotik bir görünüm
çizdi. Geleneksel İslam anlayışına göre, 850 senesi civarında Abbasi Halifesi
Mütevekkil buna bir dur diyip, bundan sonra sadece beş Sünni ve bir Şiî
mezhebine müsamaha gösterileceğine karar verdi. Şiî mezhebi, Câfer-i Sâdık’ın
isminden Câferi olarak adlandırıldı ve takipçileri tarafından yapılandırıldı.
Beş Sünni mezhebi ise Hanefi, Şafi, Maliki, Hanbali ve Davudi veya Zahiri’ydi
(bu sonuncusu Orta Çağ Endülüsü’nde çok revaçtaydı ama zaman içerisinde sona
erdi.) Mütevekkil’in kararı zamanla her inananın bu mezheplerden birini takip
etmesi ve her âlimin yine bu mezhepler üzerine çalışması anlamına geldi. Sekizinci
yüzyılda ve dokuzuncu yüzyıl başlarında bu mezheplerin bir çoğu hâlâ çok
akışkandılar ve son hallerini ancak dokuzuncu yüzyılın devamında aldılar.
Dolayısıyla Sünnilik, hukukî açıdan farklı farklı olabildi. Ancak ilahiyat
anlamında, bir araya getirilmiş tek bir sistemi resmen kabul ettirme çabaları
daha keskin bölünmelere sebep oldu (bunlar Sünniler için Eşari, Maturidi,
Hanbali, Mutezile ve Sufi gibi mezhepler olup, Şiîlerinkiler de Zeydî, İsmaili,
Onikici, Nusayri ve Dürzi gibi mezheplerdir.) Kısa sürede Sünniler,
Peygamber’in hayatı ve onun ölümünden sonra olanlarla ilgili olarak, Şiîlerinkine
karşı kendi versiyonlarını oluşturdular ve her iki taraf da kendi itikadlarını
destekleyen fikirleri Peygamber’e yansıttılar.
Irak’ın nüfusunun
çoğunluğu ne zaman Şiî oldu? Şiîliğin yayılışını, büyük devletlerde
yaşan toplumlardaki marjinal etnik grupların
İslamî doktrini kendilerine uydurmaları olarak görmek ne kadar doğru? Mesela
Irak’taki Büveyhîler ya da, Mısır’daki Fatımi devletini kuran Tunuslu
Berberiler.
Hayır, Şiîliğin toplumdaki marjinal unsurlara hitap ettiğini
düşünmek bir hatadır. Biri Tunus’tan diğeri Doğu İran’dan çıkmış bu iki
hareket, farklı bir etnik kimliği ifade ettikleri için değil, merkezi hükümetin
kontrolünün en zayıf olduğu bölgelerde bulundukları için ortaya çıktılar.
Aslında, ilk 3-4 halifeden sonra Abbasi hanedanlığının dayandığı taban
çoğunlukla Türktü. Abbasilerin 762’de neden başkentlerini Bağdat’a
taşıdıklarını kesin olarak biliyoruz: [Eski başkent] Kûfe’deki ‘Alicilerin’ (Ali
taraftarlarının) enerjisine dayanamıyorlardı. Proto-Sünniler, proto-Şiîlerin
düşmanlığından tamamen yılmışlardı. Dolayısıyla Abbasiler ordan ayrılıp kendi
şehirlerini kurmak ve kimin yerleşip kimin yerleşemeyeceğine karar verebilmek
istediler. Bu yüzden Bağdat başlangıçta daha çok bir proto-Şiî merkezinden çok
proto-Sünni gözükmüştür. Ancak daha sonra herkes oraya taşınmaya başladı.
Büveyhîler kimdi? Kuzey Batı İran’dan gelen, aslen Kürt ve
Deylemli karışımı bir Şiî hanedan. Görünürde Abbasi hakimiyeti altında 10. ve
11. yüzyıllarda Irak ve İran’da hüküm sürdüler. Aslen Zeydî gibi gözüküyorlar
ama bazıları Onikiciydi. Sünni halifenin resmi himayesindeki Şiî sultanlar
olarak Irak ve İran’da gösteriyi yönettiler. İlk defa bir Şiî hanedan böyle bir
güce sahip oluyordu ve bunu Şiîliği yaymak için kullandılar. Halep’te Hamdani hanedanı
Onikicilerdendi, Mısır’ı yöneten Fatımiler İsmailiydi. Yani onuncu yüzyıl
ortalarında İslam dünyasının büyük kısmı Şiîler tarafından yönetiliyordu.
Yüzlerce yıl önce pek çok insanın rahatlık nedeniyle müslüman olması gibi,
şimdi de bir çoğu Şiî oldu. Suriye’nin kırsalı Osmanlılar gelene kadar
neredeyse tamamen Şiîydi. 14. yüzyılda bir çok Şiî Güney Lübnan’dan, o zamana
kadar çoğunlukla Sünni kalan İran’a taşındı ve Şiîlerin ordaki ağırlığını
artırdı.
Aynı devlet baskısı, Sünniler başa geçtiğinde öbür yönde
çalıştı. Bugünkü Lübnan’ın kıyı kesimi ya Şiî ya da Hıristiyandı, ama 13.
yüzyılda Memlükler ordularıyla gelince bütün Şiîleri (Onikiciler, Fatımiler
veya Dürziler) dağlara, bazen de ta Bekaa Vadisi içlerine sürdüler ve
temizledikleri bu bölgelere Türkmen ve Kürt aşiretlerini yerleştirdiler.
Osmanlılar aynı politikaları daha büyük bir ölçekte devam ettirdiler, bir çok Şiînin
gözünü korkutarak Sünniliğe döndürdüler. Bu yüzden, bugünkü Suriye’nin
topografyasına bakarsanız, Halep’in etrafında bütün Şiî köylerini görürsünüz.
Halep ise, bir dizi Sünni yöneticinin (Nurettin, Selahattin, sonra Memlükler ve
Osmanlılar) şehrin düzenini değiştirmesine ve halkın ya [Sünniliğe] dönmesine
ya da şehri terkedip civardaki köylere gitmesine kadar hemen hemen tamamen Şiîydi.
Aynı şekilde,
modern İran’da şimdi çoğunluk Şiîlerde ancak bu, Safavilerin 15. yüzyıl
sonlarında benzer politikaları takip edip, Sünnilerin gözünü korkutarak
döndürme ya da kaçırtmalarının bir sonucu. Güney Irak da uzun bir süre
Safavilerin kontrolündeydi ve Şiîlerin en önemli türbeleri orda bulunduğu için
bilinçli olarak planlanmış bir çok nüfus hareketi vardı, kutsal yerleri
ziyarete gidenlere hizmetler sunmak üzere. Bu da, neden Güney Irak’ın büyük
çoğunluğu Şiî iken, uzun süre Osmanlı idaresi altında bulunan Kuzey Irak’ın
Sünni olduğunu, ve de neden İran Kürtlerinin Sünni değil Şiî iken Kuzey Irak ve
Türkiye’dekilerin Sünni olduklarını açıklar.
Suriye’deki Alavî toplumunun Hamdani dönemi ile bir
bağlantısı yok. Onların Şiîliği çok mu değişik?
Ana akım Onikici Şiîliğin
(Sünnilerden bahsetmiyorum bile) tüylerini diken diken eden iki Şiî toplumu
vardır. Alavîler teknik olarak Nusayridir. Onların inancına göre aslında
Ali’nin Allah’ın Peygamberi olması gerekiyordu ama Melek Cebrail şaşırdı ve
onun yerine Muhammed’e gitti. Ve Ali ölünce cennete götürüldü ve orada Kıyamet
Günü dönmeyi bekliyor. Bir de Dürziler vardır. Onların dini Budizm’den Antik
Yunan felsefesine bütün unsurların karışımıdır: Eflatun bir peygamberdi, ve
Vaftizci Yahya da peygamberdi. Şam’daki Emevi Camii’nin içinde bulunan Vaftizci
Yahya türbesini çoğunlukla Dürziler ziyaret eder. Sünni âlimler tarafından
hiddetle suçlanmışlar ve Büyük Suriye’nin[7]
dağlık Batı bölgelerine ya da Güneydoğu Anadolu’ya sürülmüşlerdir.
Bugün Orta Doğu’da Sünniler ve Şiîler arasında
nükseden çok şiddetli düşmanlığın açıklaması nedir? İki toplum arasında bu
ölçekte bir gerilim yüzyıllardır yaşanmamıştı, çağımızda bunun ardındaki
dinamik nedir?
Modern İslam’ın
pan-İslamcı olan üç büyük ismi var: Mısır’da Seyyid Kutub, İran’da Humeyni, ve
Hindistan-Pakistan’da Mevdudi. Her üçü de, ikiz belalara (çürümüş kapitalizm ve
ateist komünizm) karşı zafer kazanabilecek bir İslamî birlik içerisinde, müslümanların
aralarındaki farklılıkları aşmalarını istemiştir. Üçüne göre de inananlar, bu
iki kaya arasında ezilmekte veya birini ya da diğerini seçmeye zorlandıkları
bir dönemde yaşamaktaydılar (burda ölümden sonra hayata ilişkin imalar da vardı.) İslam’ı bir alternatif
olarak öne sürdüler. Ama İslam, ancak birleşirse bunu başarabilirdi.
Sünni dünyasında Mevdudi ve Kutub pan-İslamcılık düşüncesini aşıladılar ama her ikisi de, fikirleri geniş dinleyiciler kazanamadan öldüler. İdeolojik coğrafyayı değiştiren, 1979’daki İran Devrimi’nin başarısıydı. Humeyni’nin asıl projesi, Şiîleri ve Sünnileri ayrım gözetmeksizin bütün müslümanların iki ortak düşmanına karşı birleştirecek büyük bir pan-İslamcılıktı. Ama Saddam Hüseyin İran’a saldırısını başlatıp İslam Cumhuriyeti’nin bekasını tehdit edince, Humeyni savunmaya geçmeye zorlandı ve vizyonundan ödün vermek zorunda kaldı. Kendi evinde kuşatma altında kalınca, bütün inananların birliğine ulaşamadı. Ancak yine de yapabilecekleri bir şey vardı: Pan-Şiîlik. İran rejimi her yerdeki Şiîlerle iletişim kanallarını açtı, onlara koşulsuz destek (silah, para, uzmanlık dahil) gönderdi. Nerede bir çeşit Şiî varsa, Yemen’de, Suriye’de, Lübnan’da, Irak’ta, oraya muazzam bir bilgi ve yardım akışı oldu. Şimdiye dek hiç bir Şiî hanedanlığında bütün farklı Şiî yapılara bu seviyede bir hoşgörü olmamıştı. Geçmişte, dönmeye zorlama vardı: Onikicilerden olmalısın. Humeynizm bunu yapmaktan kaçındı. Zeydîler, Alavîler, Dürziler İran’dan ilahiyat talimatları almadan, oldukları gibi kalabilirdiler. Tek gerekli olan şey Şiî dayanışmasıydı. Bu strateji, kendini Batı’nın saldırganlığının hedefi olarak hisseden İran Devrimi’ne bölgesel bir destek yaratabilmek için tasarlanmıştı (Batı’nın saldırganlığı, modern İran tarihinde sürekli tekrarlanan bir konudur: 1908-11’deki Anayasa Hareketi’nden, 1953’te Musaddık’a karşı darbeye ve sonrasına...) Bu siyasetin başarı hikayesi, 1982’den sonra Hizbullah’ın Lübnan’daki en kuvvetli güç olarak ortaya çıkışıdır.
Sünni dünyasında Mevdudi ve Kutub pan-İslamcılık düşüncesini aşıladılar ama her ikisi de, fikirleri geniş dinleyiciler kazanamadan öldüler. İdeolojik coğrafyayı değiştiren, 1979’daki İran Devrimi’nin başarısıydı. Humeyni’nin asıl projesi, Şiîleri ve Sünnileri ayrım gözetmeksizin bütün müslümanların iki ortak düşmanına karşı birleştirecek büyük bir pan-İslamcılıktı. Ama Saddam Hüseyin İran’a saldırısını başlatıp İslam Cumhuriyeti’nin bekasını tehdit edince, Humeyni savunmaya geçmeye zorlandı ve vizyonundan ödün vermek zorunda kaldı. Kendi evinde kuşatma altında kalınca, bütün inananların birliğine ulaşamadı. Ancak yine de yapabilecekleri bir şey vardı: Pan-Şiîlik. İran rejimi her yerdeki Şiîlerle iletişim kanallarını açtı, onlara koşulsuz destek (silah, para, uzmanlık dahil) gönderdi. Nerede bir çeşit Şiî varsa, Yemen’de, Suriye’de, Lübnan’da, Irak’ta, oraya muazzam bir bilgi ve yardım akışı oldu. Şimdiye dek hiç bir Şiî hanedanlığında bütün farklı Şiî yapılara bu seviyede bir hoşgörü olmamıştı. Geçmişte, dönmeye zorlama vardı: Onikicilerden olmalısın. Humeynizm bunu yapmaktan kaçındı. Zeydîler, Alavîler, Dürziler İran’dan ilahiyat talimatları almadan, oldukları gibi kalabilirdiler. Tek gerekli olan şey Şiî dayanışmasıydı. Bu strateji, kendini Batı’nın saldırganlığının hedefi olarak hisseden İran Devrimi’ne bölgesel bir destek yaratabilmek için tasarlanmıştı (Batı’nın saldırganlığı, modern İran tarihinde sürekli tekrarlanan bir konudur: 1908-11’deki Anayasa Hareketi’nden, 1953’te Musaddık’a karşı darbeye ve sonrasına...) Bu siyasetin başarı hikayesi, 1982’den sonra Hizbullah’ın Lübnan’daki en kuvvetli güç olarak ortaya çıkışıdır.
Dönüştürücü
ikinci olay, yine 1979’da meydana gelen, Sovyetlerin Afganistan’ı işgaliydi. Bu
da diğer yönden, Sünniliğin bir değişkesi
olarak gelen bir pan-İslamcı akıma tam da istediği momentumu verdi. Afganların
Kızıl Ordu’yu sürmekteki başarısı Şah’ın devrilmesiyle kıyaslanabilecek bir
ideolojik etki yarattı. İranlılar Batıyı yenebileceklerini gösterdiler, ve biz
Sünniler de şimdi Doğu’yu yendik. İslam hem kapitalizm, hem de komünizm
karşısında zafer kazanabilir. Ama Humeyni’nin pan-İslamcılığının İran-Irak
savaşıyla pan-Şiîliğe dönmeye zorlanması gibi, Sünni pan-İslamcılığı da aynı savaşın
baskısı altında pan-Sünniliğe daraldı. Aşırı seküler bir lider olarak ortaya
çıkan Saddam Hüseyin’in bizzat kendisi, savaşı kaybeder gibi olunca, ordusunun
çoğunluğunun Şiî olmasına rağmen, Sünnilere yanaşabilmek için dinden imandan
bahsetmeye başlayıp kendisini Sünniliğin savunucusu olarak satmaya başladı.
Sonrasında da Amerika’nın 2003’teki Irak’ı işgali geldi ve ülkedeki Sünni ve Şiî
cemaatleri geçmiştekilerden de fazla ayırarak, bugün Orta Doğu’da gördüğümüz
pan-Şiîlik ve pan-Sünnilik arasındaki düşmanlığı perçinledi.
Çağdaş pan-Sünnilik nereye kadar Kutub veya
Mevdudi’nin fikirlerinden oluşuyor?
Mevdudi ve
Kutub’un fikirleri bir dereceye kadar etkilidir. İşin ironik tarafı,
pan-Sünnilik bugün Selefi bir pan-Sünniliktir: Suudi krallığının resmi olarak
duyurduğu, köklerini Sünni dünyasının dört bir yanına salmış, Vahabiliğin bir
değişik şekli. Pan-Şiîliğin savunuculuğunu yapan İran ve karşısında
pan-Sünniliğin savunucuları olarak duran Suudi Arabistan ile, onun kadar olmasa
da, Katar. Her iki tarafın da kendi paranoyaları var. Kuveyt’te ve Doğu Suudi
Arabistan’da hatırı sayılır bir Şiî nüfusu var. Bahreyn’de Şiîler çoğunlukta.
BAE’de bir sürü İranlı yaşıyor. Umman, Ali’yi öldüren Haricilerden türeme,
proto-Şiîliğin ilk dallarından biri olan İbadi. Yemen’de Zeydîler hakim. Yani Suudi
Arabistan, Güney Irak’tan başlayıp Körfez boyunca ve yarımadanın etrafından
Kızıldeniz’in aşağı ucuna kadar uzun bir Şiî mezhepler kuşağı tarafından
kuşatılmış vaziyette. Alavîler Suriye’de hala iktidardalar ve Hizbullah da
Lübnan’ın büyük bir kısmına hakim. Şam’ın güneyinde, Suudi Arabistan’la
kuzeydeki bir diğer Şiî yayı arasında bir tek Ürdün var. Bir de buna İran’ın
nükleer silaha sahip olması ihtimalinin yarattığı korkuyu ekleyin, gittikçe
artan bir mezhepler-arası çatışma için gerekli bütün malzemeler elinizdedir,
çünkü İran rejimi de aynı şekilde düşünüyor. Kendisini Batı’nın isteklerine
boyun eğdirmeyi amaçlayan bir Amerikan baskısı tarafından çevrelendiğini
düşünüyor. Bunun sonucu da, bütün bölgede Sünni-Şiî şiddetine benzin döken bir
karşılıklı paranoya.
Bahsettiğiniz dinamik Arap-Baharı’ndan çok
öncesine ait. Bunun önceden varolan düşmanlıklara etkisini nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Yerine yeni bir
düzeni getirmeden eskisini çatlatarak, bu düşmanlığa daha fazla açık zemin
yarattı. Şu anda hiç bir Arap ülkesinde belli ölçüde bir yatışmışlık yok.
Mısır’da yok, Libya’da yok, Sudan’da yok, Ürdün’de yok. Lübnan’da yok, Tunus’ta
yok. Suriye ve Irak’ı hepten geçiyoruz. Kuzey doğusunda temel haklarını talep
eden Şiîlerin protestolarını zor kullanarak bastıran ve demokratik gösteriler
başlar başlamaz birliklerini Bahreyn’e gönderen Suudi Arabistan da huzurlu
değil. Bölgede bu çatışmalar arasında arabuluculuk yapmayı deneyebilecek tek
ülke Türkiye idi, ama orada da Erdoğan muhaliflerini dağıttı ve şimdi de
paranoyakça köpürmelerle kendini komik duruma düşürüyor, ülkedeki muhalif
protestoları uluslararası komplolarla suçluyor.
Sık sık modern bir Haçlı devleti olarak betimlenen
İsrail, asıl Haçlılar gibi bölgedeki dini tutkuları alevlendirme rolü oynamış
olabilir mi?
Pan-İslamcı bakış
açısına göre İsrail her zaman, İslam dünyası birleşince, Haçlı devletleri gibi
bölgeden atılabilecek küçük nüfuslu küçük bir ülke olmuştur. Ama Araplar İsrail
ile ne zaman savaşsalar kaybettiler. 1973 savaşı hem Suriye hem de Mısır’da
sanki bir zafermiş gibi milli bayram olarak kutlanır ama tabi aslında çok ağır
bir yenilgiydi. Ama İsrail tehdidi, İslamcılığın popülerleşmesi sürecinde hiç
bir zaman ana unsur olmamıştır. İslamcılığın yeniden ortaya çıkışı,
momentumunun çok azını buna borçludur. Arapların çok büyük kısmı bir Yahudi
devleti olarak İsrail’e düşmandır. Ancak bu düşmanlığın yanında Filistinlilerin
davasına karşı yaygın bir aldırmazlık vardır ve bu hiç bir zaman İslamcıların
odaklandığı bir konu olmamıştır. Filistinlilerin kaderi, önde gelen İslamcı
teoristlerin düşüncelerinin ancak kıyısında köşesinde yer alabilmiştir. Öne
çıktığı durumlarda da İsrail kendisi bir tehdit olarak değil, gerçek tehdidin
bir vekili olarak tasvir edilir.
Modern
İslamcılığı tahrik eden ve cazip kılan, İran’da Şah’ın devrilmesiydi. Bu,
bölgede hüküm süren bir lideri devirmeyi başaran ilk ihtilaldi. İslam
dünyasında daha önce olmuş hiç bir değişim bununla kıyaslanamaz. Cezayir
Devrimi sömürgeci güce karşı yapılmıştı. Mısır’da monarşinin kovulması sadece
bir darbeydi, tıpkı Suriye ve Irak’ta bir çok kez olduğu gibi. İran’da, tam
tersine, geniş çaplı halk gösterileri orduyu bir tarafa atıp Şah’ı
indirmişlerdi: Böylesi daha önce görülmemişti. Arkasındakiler kimlerdi?
Mollalar. Yani din değişimi getirebilir, alternatif odur. Mevdudi ve Kutub’un
denemelerinde çok az kabul gören bir ideoloji, çok daha geniş bir kitleye
ulaşmaya başladı.
Afganistan’da Selefiler durumdan faydalanıp
kendi çıkarları doğrultusunda kullandılar. Mısır’da Sedat radikal Sünni
grupları önce sosyalistlerin ve komünistlerin popülerliğini azaltmak için
kullandı, sonra onları baskı altına aldı. Aynı yöntem, bu iki çılgınca unsura
karşı bir engel olarak kendilerini iyi göstermeye çalışan dönemin askeri
rejimleri tarafından diğer yerlerde de uygulandı, bir taraf diğerini zayıflatmak
için kullanıldı. İsrail gizli servisi de, Filistinlilere ait bölgelerde Hamas’ı
Fetih’e karşı besleyip büyütmek için aynı şeyi yaptı.
Birleşik bir İslam’ın hayalini kuranların,
İslam’da modern zamanların en şiddetli bölünmesinin çıkışına yardımcı olmaları
çok büyük bir ironi gibi görünüyor. Din değiştirme (tekfir)
suçlamalarının da bunda bir rolü vardı. Bu fikir nerden geldi?
Bu terimi 13.
yüzyılda İbn Teymiye’nin eserlerinde bulabilirsiniz. O sıralarda yakın dönemde
din değiştirmiş Moğollar ve diğer aykırı müslümanlara karşı kullanmıştır, ancak
günümüzdeki kullanımı tamamen modern. Bir ilke olarak diğer müslümanlara karşı
cihat edemezsiniz. Peki insanları Sedat ya da Suudi krallarına karşı nasıl
cihat ettireceksiniz? Bunu yapmanın tek yolu, onların müslüman olmadığını
ispatlamaktır.
Eğer Osama bin Ladin’in, Körfez Savaşı sonrasında Amerikan birliklerinin Arabistan’da yerleştirilmelerini kınamasına bakarsanız, asıl mesajının, Suudi yönetici ailenin dinden çıkmış olması olduğunu görürsünüz. Takipçilerine şöyle diyordu: Benim dediğimi yapmanız lazım, çünkü bu insanlar artık müslüman değiller. İslam’ın düşmanlarını Kutsal Topraklara davet ederek inançlarından dönmüşlerdir. Mısır’da da aynısı oldu. Selefiler radikal dinci olabilirler ancak temel İslam hukukuna uymak zorundadırlar. Kestirmeden gidip takipçilerinizi diğer müslümanlara karşı cihada çağıramazsınız. Onların artık müslüman olmadıklarını ispat etmek zorundasınız. Dolayısıyla tekfir mekanizması Selefiler için çok önemlidir. Kafirleri öldürmek için fetva gerekmez. Ama müslümanlar için sadece öyle bir tane fetva da yetmez, neden onların artık müslüman olmadıklarını ve dinden çıkmış olmak için ne yaptıklarını açıklayan bir fetva lazımdır.
Eğer Osama bin Ladin’in, Körfez Savaşı sonrasında Amerikan birliklerinin Arabistan’da yerleştirilmelerini kınamasına bakarsanız, asıl mesajının, Suudi yönetici ailenin dinden çıkmış olması olduğunu görürsünüz. Takipçilerine şöyle diyordu: Benim dediğimi yapmanız lazım, çünkü bu insanlar artık müslüman değiller. İslam’ın düşmanlarını Kutsal Topraklara davet ederek inançlarından dönmüşlerdir. Mısır’da da aynısı oldu. Selefiler radikal dinci olabilirler ancak temel İslam hukukuna uymak zorundadırlar. Kestirmeden gidip takipçilerinizi diğer müslümanlara karşı cihada çağıramazsınız. Onların artık müslüman olmadıklarını ispat etmek zorundasınız. Dolayısıyla tekfir mekanizması Selefiler için çok önemlidir. Kafirleri öldürmek için fetva gerekmez. Ama müslümanlar için sadece öyle bir tane fetva da yetmez, neden onların artık müslüman olmadıklarını ve dinden çıkmış olmak için ne yaptıklarını açıklayan bir fetva lazımdır.
Bu yüzden Sedat’ı
vuran Yüzbaşı İslambuli aynı anda Mübarek’i öldürmemiştir. Sedat’ı
öldürebilirdi, çünkü dinden çıkmıştı, ama elinde Mübarek’i öldürmek için bir
fetva yoktu. Basmakalıp İslamcı terör analizleri militanların aslında ne
söylediklerine hiç dikkat etmemektedirler. Ekonomik faktörlere ve tarihsel
şartlara bakıp din ve ideoloji hakkında çok genel bir bilgi seviyesinde
çalışmaktadırlar. Militanların hareketlerini haklı kıldıkları belirli terimleri
dikkate almamaktadırlar. Katar Üniversite’sinin İlahiyat Fakültesi dekanı, bir
keresinde müslüman bir topluluğa konuşma yaparken, İslamcı terörün sadece, onun
teolojisini anlayarak ve karşıtını üreterek yenilebileceğini söylemişti. Bunu
inkar ettiğimiz sürece, militan İslam’a karşı üstünlük kazanamayız.
Selefiliğin Şiîlikte bir eşi var mı?
Hizbullah. Farkı,
mesajını yaymaması, dışarıya kapalı bir grubun içinde gizlemesi. Neden
Hizbullah şimdi Suriye’ye karıştı? Çünkü şuna inanıyorlar: Eğer biz önce onları
öldürmezsek, Suriye rejimini devirmek için savaşanlar bizi öldürecekler. Şiîlikte
de aynı mantık var. İslam dünyası bugün bu iki ideoloji arasındaki son derece
yararsız ve öldürücü bir savaşa yakalanmıştır. Bu bir faciadır. Bir kaç şahsi
cümle eklemek istiyorum. Artık Lübnan’a dönmeye dayanamıyorum, çünkü ne zaman
ailemle bir araya gelsek, tek konuşmak istedikleri şey Şiîlerin ne kadar iğrenç
oldukları. Ben aslen güney Lübnan’daki Hıristiyan bölgesinde bulunan Sünni bir
köydenim. Ama Lübnan’da bir tane Sünni yakın arkadaşım yok. Bütün arkadaşlarım
ya Şiî ya da Hıristiyan. Ben böyle büyüdüm. Annem veya babam hiç bir zaman Şiîlerle
ya da Hıristiyanlarla arkadaşlık yapamayacağımı söylemediler.
Ama şimdi
insanlar kendi mezheplerine mecbur bırakılıyorlar. Kimya profesörü olan amcam,
eskiden Beyrut’ta Şiîlerin çoğunlukta olduğu bir mahallede yaşarken, şimdi
Sünnilerin çoğunlukta olduğu bir bölgeye taşındı. Şiîlerin çoğunluk haline
geldiği bir yerde yaşayan öbür amcam da Sünni bölgesine taşındı. Taşındılar,
çünkü kendilerini emniyette hissetmiyorlar. En yakın arkadaşım bütün hayatını
Sünni bölgesinde geçirmiş bir Şiî. Orada mahallenin çocuğudur, herkes onu
tanır. Ama şimdi o bölgede çok miktarda Selefi var, [ortam] karısı ve çocukları için aynı şekilde
güvenli değil, o yüzden Beyrut’un biraz daha güvenli bir tarafına taşınmak
zorunda kaldı. İnanılmaz derecede iç karartıcı bir durum. Yine de tabi Lübnan, delinin
birinin gelip kendini patlatıp kim var kim yoksa öldürebileceği Suriye ya da
Irak’taki kargaşadan biraz daha iyi.
[1] Hıristiyanlık
inancında Baba, Oğul (İsa) ve Kutsal Ruh (Ruh-ul Kuds)'dan meydana gelen Tanrı
kavramı
[2]
Hugh Kennedy, The Prophet and the Age of
the Caliphates, London 2014, s. 20, 36-7, ve Fred Donner, Muhammad and the Believers: At the Origins
of Islam, Cambridge, MA 2010, s. 30-1, 67-8.
[3] Türkçe’de tekil olarak kullanılan müslüman kelimesi aslında Arapça’daki
tekil müslim kelimesinin Farsça’daki
çoğulu olan müsliman’dan gelmedir.
Aslı zaten çoğul olan bu kelime Türkçe’de müslümanlar olarak çoğul hale getirilir.
[4]
Peygamberlerin ve diğer önemli dini karakterlerin hayat hikayeleri siyer olarak adlandırılır. Peygamberin
hayatı üzerine bilinen en eski siyer İbn İshak’ın Sîret adlı eseridir, ancak bilinen hiç bir nüshası bulunmamaktadır.
[5] Taberî’nin
Târihu’l-Ümem ve’l-Mülûk isimli eseri
[6] İslam
ülkelerinde Müslüman olmayanlardan alınan bir vergi türüdür.
[7] Büyük Suriye, daha çok Arap
milliyetçilerinin kullandığı, Lübnan, Filistin, Ürdün ve Irak dahil Bereketli
Hilal’in tamamına hakim bir bölgeyi tanımlar
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder